28 Nisan 2012 Cumartesi

Mahzun Ayasofya













Tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde yepyeni bir devrin kapısı açılmıştır. O gün Kâinatın Efendisi’nin (asm) bir mucizesinin tahakkuk ettiği gündür aynı zamanda: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel bir kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur.” (Kenzül Ummal 14/219, Müstedrek-ül Hâkim 4/422.) güzel kumandan ve güzel ordusu İstanbul’a Salı günü dahil olur... 


Fatih’in Ayasofya kilisesine girince ‘Secde-i şükrân’a kapandığı ve ondan sonra da iki rek’at namaz kıldığı ve ilk ezanın da işte o sırada okunduğu rivayet edilir: Artık Ayasofya katedral değil camidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun azametli devrinde riayet edilmiş eski bir an’ane vardır: Ordu içeri girip burçlara bayrak çekilirken, surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camide kılınır. Kilise devrindeki ismini fetihten sonra da muhafaza eden ‘Ayasofya Camii’ işte bu sebepten dolayı İstanbul fethinin en büyük sembolüdür. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesi üç günde tamamlanmıştır.


LÂNET DUASI


Ayasofya camiye çevrildikten sonra, Sultan Fatih Muhammed Han buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımlı olması için 62 vazifeli tayin etmiştir. Artık yaklaşık beş yüz sene burada mukaddes vazife ifa edilecektir. Hazret-i Peygamber (asm) harika mucizesiyle 800 sene evvelinden İstanbul’un fethini haber verdiği gibi; Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de kendisinden 500 sene sonra Ayasofya’nın puthaneye çevrileceğini kerametvâri bir nazarla görmüş ve bunu yapanlara lânet duası etmiştir. Fatih vakfına ait vakfiyede şunlar yazılıdır: 


“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fasit bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kasteder ve aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister, yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyen la’neti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenlerindir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekeratı, kıyamet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, Âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah’a aittir.”


“KAHROLSUN GÂVURLAR”


450 sene sonra... İstanbul işgal altındadır. Sultan Vahdettin Han Hazretleri, İngilizlere dostmuş gibi gözüküp Anadolu’da milli mücadelenin teşekkülü için var gücüyle çalışmaktadır. Bir Fransız taburu Harbiye nezaretinden aldıkları izinle Ayasofya’yı teslim almak için harekete geçmiştir. Lâkin gizli bir emir Binbaşı Tevfik Bey’e ulaşır. Tevfik Bey hayatını ortaya koyar ve Fransızlara Ayasofya’yı teslim etmez.
Anadolu’daki milli mücadele avn-i İlâhî ile zaferle neticelenmiş, Sultan bu saadetli günü Ayasofya’da dua ve şükürle geçirmek ister. Ayasofya hınca hınç doludur. Tablo, muhteşem ama bir o kadar da mahzun bir tablo. Ecnebî Sinyor Piyetro Quaroni anlatıyor:
“Mihrabın yanında bu mü’minler kalabalığının önünde O, tek başına duruyordu. Başında gri bir kalpak vardı. O... Majeste Altıncı Mehmed... Osmanlıların İmparatoru, mü’minlerin emiri, zıllullahi fi’l-arz, krallar kralı, sultanlar sultanı, âlemdeki hüsrevlere taçlar dağıtan ve daha nice unvanlara sahip sultan... Cemaat halinde eda edilen İslâmî ibadet, yani namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. Bütün mü’minler hep birlikte secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda, kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir. Ulemâdan bir zat minberde birkaç basamak yükseldi. Ben uzaktan onun sadece ak sakalını ve kocaman beyaz sarığını görebiliyordum. Kulaklarım ara sıra bir kelimeyi farkedebiliyordu. Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum. Ve hutbe biter bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi:


“Kahrolsun gâvurlar!”
Ve şu anda kendimi yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben, itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım:


- Kahrolsun gâvurlar!
Birdenbire bir komutla camide ince bir yol açıldı, Sultan, Ayasofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim: Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hâlâ bükülmüş, avuçları hâlâ kıbleye doğru açıktı. Yüzü çok sararmıştı; İstanbul hâlâ işgal altındaydı...” (Ayasofya, Hüseyin Yılmaz, Timaş Yay., İstanbul 1991.)


VE KARANLIK YILLAR... 


Ayasofya 24.11.1934 tarihli ve 2/1589 sayılı, Resmi Gazete’de neşredilmeyen, kanunlar ve o zamanki anayasa karşısında hiçbir geçerliliği olmayan bir Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Bundan böyle, o uğruna pek çok şey feda edilen, adına destanlar, şiirler yazılan; padişahlara, imparatorlara mabed olan, fethin sembolü Ayasofya bizim değildir. Biz Ayasofya’yı, Ayasofya bizi kaybetmiştir artık. Ayasofya ile birlikte kaybolan özümüz, imanımızdır...
Ayasofya mahzun, içinde namaz kılınmadığına... Ayasofya mahzun; Fatihler, Akşemseddinler yetişmediğine.. Ayasofya mahzun, hafızların sesini işitmediğine... Beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine kendisini tekrardan çevirecek nesillerin henüz gelmediğine mahzun Ayasofya...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder