30 Aralık 2013 Pazartesi

ROCKEFELLER'DEN YÜZYILIN İTİRAFI bölüm 2


TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ… SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır.

Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.



EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.


MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.


OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.


HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.

ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.


İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.

ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.

VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim;

Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.
Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.

ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya'da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.

BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbuldaki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.
Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;

DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.

NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…


29 Aralık 2013 Pazar

ROCKEFELLER'DEN YÜZYILIN İTİRAFI (TÜRKİYE) bölüm 1

ABD’li Yahudi bankacı işadamı David Rockefeller, son yüzyılın en büyük itiraflarını yaptı. Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler..


İşte David Rockefeller’in söyledikleri:

TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.

1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.

BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.

ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.

TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.


“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ” HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.


15 Aralık 2013 Pazar

NELSON MANDELA


Mandela’yı terörist ilan eden, asılması için üniversite kampüslerinde kampanya düzenleyenler nasıl oldu da “Mandela sevici”, “Mandela’dan feyz alıcı” konumuna geldiler

Varlığın en şaşmaz yasası hükmünü yürüttü ve Mandela en uzun yolculuğuna çıktı. İnternette erişilebilen neredeyse tüm haber sitesi ve gazetelere farklı fotoğrafları ile konuk olmuş durumda.
Yüreği ezilen ve sömürülenlerden yana atan herkes hüzünlü…
Dünyanın çok farklı parçalarında özgürlük, demokrasi, eşitlik ve sosyal haklar mücadelesi veren pek çok örgüt, oluşum Mandela’ya veda mesajları gönderiyor.
Bunların hepsi doğal, olağan…
Ama bazı tuhaf şeyler de oluyor…
ABD Başkanı Obama, Nelson Mandela gibi birisini muhtemelen bir daha göremeyeceğimizi, ondan çok şey öğrendiğini, yaşamı boyunca ondan öğrendiklerini yaşama geçireceğini ve karar alırken onun kılavuzluğunda nefretle değil sevgiyle hareket edeceğini söylüyor.
İngiliz başbakan David Cameron, “Dünyada büyük bir ışık söndü. Zamanımızın yüce bir figürü, bir efsane yaşam, gerçek bir global kahraman öldü. Hayatımda en fazla onurlandığım anlardan birisi onunla buluşmam olmuştu” diyor.
Gerçekten tuhaf şeyler oluyor, çünkü Cameron 2009 yılında Muhafazakar Parti’de siyasi kariyerini ilerletirken, İngiliz kamuoyunda geçmişi ile ilgili tartışmalar açılmıştı. Bu tartışmalarda, 1989 yılında, Mandela henüz hapishanede yatarken, o dönemde iktidarda olan Irkçı Güney Afrika rejimine karşı uygulanan yaptırımlara karşı faaliyet yürüten bir şirketin sağladığı fonlarla “muhafazakar araştırma departmanının parlayan yıldızı” olarak bir Güney Afrika yolculuğu yaptığı ortaya çıkmıştı.


Utanç verici ikiyüzlülük

Cameron’ın bu seyahati aslında onun kariyeri açısından hiç de yadırgatıcı değildi; partisinin o dönemki lideri Margaret Thatcher, Mandela’yı terörist ilan etmiş, partinin gençlik grubu kampüslerde “Mandela’yı as!” yazılı tişörtler giyerek Güney Afrika’daki ırkçı rejimi savunan, ANC’yi ve önderi Mandela’yı mahkum eden etkinlikler düzenlemişti. Bazı haber siteleri, bu haberlere ilişkin fotoğrafları, Cameron’un Mandela hakkındaki sözleri üzerine bugün tekrar yayınladılar.
Felicity Arbuthnot, emperyalist-kapitalist dünya efendileri Obama, Cameron, Clinton ve Blair’in Mandela’nın ölümünün ardından sergiledikleri “utanç verici ikiyüzlülük”ü Global Research’te detaylarıyla ortaya koydu. Aynı sitede Brian Becker, ABD, İngiltere ve CIA’nin Afrika Özgürlük Mücadelesi karşısındaki tutumu ve Mandela’nın yakalanıp hapishaneye atılması sürecinde CIA’nin rolü hakkında “Timsah gözyaşları: CIA Mandela’nın yakalanmasına yardım etti” başlıklı yazıyı yazdı.
Mandela’yı terörist ilan eden, asılması için üniversite kampüslerinde kampanya düzenleyenler nasıl oldu da “Mandela sevici”, “Mandela’dan feyz alıcı” konumuna geldiler. Kuşku yok ki, ikiyüzlülükte ve riyakarlıkta hiç kimse burjuvazinin siyasi uşaklarının eline su dökemez. Ancak mevcut durumu sadece bununla açıklamak ta gerçekliğin sadece bir kısmına takılıp kalmak olacaktır.
Gerçekliğin bir de diğer kısmı var, burada 2012 Ağustos’unda Güney Afrika’da grevdeki platin madencisi işçilere dönük katliamla gözler önüne serilen derin eşitsizlikler ve bunun sınıfsal arka planı var. Irkçı rejimin destansı bir mücadele ile yıkılmasından sonra kurumsallaştırılan neoliberal uygulamalar sonucu, Güney Afrika’nın ülkeler arası eşitsizlik sıralamasında en tepede yer alması olgusu vardır.
Durban şehrinde deniz kenarındaki lüks oteller, seçkin restoranlar, pahalı mağazalar ve bunların biraz ötesinde, gözlerden saklanmaya, konuklara gösterilmemeye çalışılan teneke evlerden oluşmuş koca mahalleler ve yeni yoksul “kriminal” gençlik kuşağı arasındaki çarpıcı karşıtlık vardır.


Irkçılık yıkıldı, yoksulluk baki

Zizek, Mandela’nın ardından, New York Times’ta yayımlanan yazısında, Güney Afrika’da sefalet içinde yaşayan fakir büyük çoğunluğun yaşam koşullarının Irkçı rejimin yıkılmasının ardından değişmeden kaldığını; kazanılan politik ve sivil hakların yükselen sosyal eşitsizlik, şiddet ve suçla dengelendiğini, temel değişikliğin ise, eski beyaz egemen sınıfla bütünleşen yeni bir siyah elit olduğunu ifade ediyor.
Zizek, Irkçı rejimin sona ermesinin ardından Mandela’nın sosyalist perspektifte ısrar etme şansı var mıydı, sorusunu soruyor. Zizek’in verdiği bilgiler, aslında, sorduğu sorunun yanıtını da içinde taşıyor. Görkemli bir toplumsal, siyasal mücadelenin sonunda, dünyanın en geniş sempati ve dayanışma ilişkileri ağına sahip bir hareket, kendi ülkesinde en acımasız ve vahşi neoliberal uygulamaların icracısı bir siyasi aygıta dönüştü.
İsviçreli demokrat aydın Jean Ziegler, Mandela’nın ölümünün ardından verdiği röportajda, 1994 baharında Mandela’nın kazandığı seçim döneminde Birleşmiş Milletler gözlemcisi olarak Güney Afrika’da olduğunu, Mandela ile görüştüğünü, daha sonra Irk ayrımcılığına karşı düzenlenen iki uluslararası konferans vesilesi ile Londra ve Cenevre’de Mandela ile bir araya geldiğini ve onunla görüşmeler yaptığını dile getiriyor.
Ziegler, masaya oturulduğunda, Irkçı beyazlar açısından en vazgeçilmez hakların topraklar ve madenler üzerindeki mülkiyet hakları ve uluslar arası şirketlerin faaliyet özgürlükleri olduğunun henüz başlangıçta vurgulandığını ve yaşanılan sürecin bu temel kabul üzerine inşa edildiğini, röportajda ifade ediyor. Ziegler’de Zizek’le aynı soruyu soruyor: Başka bir şans var mıydı?


Mandela’nın çelişkisi

Zizek ve Ziegler’in sorusu, ANC’nin destansı mücadelesinden önce şöyle soruluyordu: Irklar arasında hiyerarşiye dayanan bu eşitsizlikçi toplumsal düzeni değiştirme şansı var mı? Bu şansın olduğu, ırksal hiyerarşinin söylendiği gibi Tanrı’nın inayeti, eşyanın tabiatı değil, toplumsal güç ve baskı ilişkilerinin ürünü olduğu Irkçılık karşıtı toplumsal mücadelelerle, Mandela’da sembolize olarak ortaya konuldu.
Kuşkusuz ki, hiçbir toplumsal gerçeklik ait olduğu zaman ve mekandan bağımsız ele alınamaz, 1990’lar dünyası tüm 20. yüzyılda, eşitlik ve özgürlük temellerine dayalı bir toplumsal düzen kurmak için en olumsuz koşullara sahipti. Ancak bu durum, destansı mücadeleleri ile tüm dünyada ezilen ve sömürülen milyonların kalbini kazanmış Güney Afrika halkına neoliberal politikaları önüne geçilmesi imkansız “doğa yasası” olarak kabul ettiren emperyalist egemenlerle onların “yeni” ortaklarının rolünü meşrulaştıramaz.
Mandela’nın tarihsel olarak temsil ettiği değerler (eşitlik-özgürlük-kardeşlik) ile, sosyal eşitsizliklerin en derin yaşandığı ülke olarak Güney Afrika hakkındaki derin sessizliği arasındaki gerilim üstüne tartışmazsak eğer, ne geçmişin deneyimlerini geleceğimizin yapı taşlarına dönüştürebiliriz, ne de 21. Yüzyılda nasıl bir sosyal mücadele sorusuna sağlam yanıtlar verebiliriz.
Zamanımızın solu üstünde de ciddi etkilere sahip olan, tüm sınıfsal ve ekonomik belirlenimlerinden koparılmış bir demokrasi ve demokratikleşme kavrayışını tartışmak için Güney Afrika deneyimi iyi bir zemin sunmuyor mu?



23 Kasım 2013 Cumartesi

ARMAGEDON




Ruhçu Öğretinin her yoldan insanları etkisi altına aldığını söylemiştik. İncil ve daha eski kutsal kitapları değiştiren, evrimi, reenkarnasyonu ve komünizmi binlerce yıldır insanlara aşılayan bu şeytani oluşum 2. Dünya Savaşı'nı da çıkartmıştı.

Sadece Kuran korunduğundan, bu ruhçuluğun tuzağından insanları kurtarabilecek yegâne kaynak olduğunu da biliyoruz.

Maddi nimetleri ve dünyayı kötü gösteren, insanları sefilliğe ve ızdıraba yönlendiren spiritüalizm yine bilindiği üzere 3. Dünya Savaşı'nı çıkartmak için geceli gündüzlü çalışıyor.

Tasavvuf, kabala, New Age akımı, masonluk, ezoterik tüm örgüt ve oluşumlar Kudüs merkezli tek bir dil, tek para biriminin geçerli olduğu tek bir dünya devleti kurmaya hizmet ediyorlar. Yahudileri dünyanın efendisi haline getirmek amacındalar. 

Daha doğrusu işin içindeki, hatta tepedeki Yahudiler hedefin bu olduğunu sanıyorlar. Gerçekte ise Yahudilerin bile kıyıma uğrayacağı bir nükleer savaşı hedefliyor şeytanlar.

Değiştirilmiş Tevrat ile kendilerine vaat edilmiş toprakları gerekirse katliamlar yoluyla ele geçirme yetkisinin verildiğine inanan Yahudiler bu uğurda İsrail'i kurdular. Ülkemizin bir kısım topraklarını da içeren haritaya kavuşuncaya kadar hiç durmadan her şeyi yapacaklar.

Spiritualist-ezoterik örgütler de var güçleriyle onlara hizmet ediyor görünüyorlar. Hatta dediğimiz gibi Kudüs merkezli, Yahudilerin elinde tek bir dünya devleti kurmayı hedefliyorlar. Komünizm bile bu amaca hizmet ediyor, anahtarları savaşsız teslim almak için. Ulus devletleri, dinleri ve bireyselliği ortadan kaldırıp, tek bir potada eriterek kolayca emellerine ulaşacaklar. 

Diğer yandan evrim ve ruhlar âlemi inançlarını insanlara aşılayarak, hem insanların kendilerine zulmetmelerini sağlıyorlar, hem de gizlice nazizmi-ırkçılığı yeşertip benimsetiyorlar. Tabii bu arada insanların iç dünyasındaki tüm dengeleri alt üst edip istedikleri kıvama getiriyorlar. 

Bir de işin Hıristiyan-Evanjelist boyutu var. Bush gibi milyonlarca Evanjelist de Yahudilerin kendilerine vaat edilen toprakları ele geçirmesini istiyorlar. Çünkü Evanjelistlere göre İncil ve Tevrat'taki kehanetler şunu söylüyor:

1-Bu yüzyılda Yahudiler kendilerine vaat edilen topraklara kavuşacaklar.
2-Bu noktadan sonra Yahudiler ile düşmanları arasında büyük bir savaş çıkacak.
3-Yahudiler yenilgiye uğrayacaklar ve bunun üzerine İsa yeryüzüne gelecek.

Yani ABD'nin İsrail'i güçlendirip diğer ülkelere saldırtmasının, İsraillilerin hedeflediklere topraklara sınırlarını genişletmesine yardımcı olmalarının temelinde kıyameti getirmek arzusu yatıyor.

Kısacası Evanjelist Hıristiyanlar aslında Yahudilerin uzun vadede mahvolmalarını istiyorlar ki bekledikleri Mesih gelebilsin. Ve bu Mesihin kendilerini yani Evanjelistleri gökyüzüne alarak kurtuluşa ulaştıracağını zannediyorlar. 

Tüm bunların gerçekleşebilmesi için de öncelikle İsrail'in kurulması gerekiyordu, kuruldu. Şimdi sınırlarının vaat edilmiş toprakları kapayacak şekilde genişletilmesi gerekiyor. Ki kıyamet savaşı aşamasına geçilebilsin.

Tüm Avrupa ülkeleri bile avuçlarının içlerinde, tek düşmeyen kale ülkemiz. Bu yüzden bir yandan doğrudan ABD ve İsrail'in dış politikaları ile yıpratılırken, bir yandan da CİA ve Mossad, ülkemizdeki ezoterik örgütlerle birlikte faaliyetleriyle bizi içten istediklere şekle-kıvama getirmeye çalışıyor. Büyük İsrail'in kurulabilmesi için, en büyük engel olarak gördükleri Türkiye'yi parçalamaya çalışıyorlar.

Büyük Ortadoğu Projesi ve Irak'ın işgali de aslında Evanjelistlerin ve Yahudilerin bu hedefine hizmet ediyor.

Ülkemizdeki Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri de bu yöndedir.

Kürtleri ve Ermenileri bile ülkemizi zayıflatmak için maşa olarak kullanıyorlar.

İnsanımızı Kuran'dan islam'dan uzaklaştırmak için de her türlü stratejiyi kullanıyorlar. Ateizm, New Age öğretiler-spiritualizm, Kabala ve hatta tasavvufu yaygınlaştırarak, Kuran'daki gerçek İslam'a insanımızın erişmesini engelliyorlar. 

Kısacası müttefik bildiğimiz ABD ve İsrail, hakkımızda en ürkütücü planları hazırlayanlar durumundalar. Sadece ülkemiz adına değil, aynı zamanda tüm Ortadoğu ve hatta tüm Dünya adına uyanışa geçme ve bu çılgın amaçları engelleme vakti.

Yoksa çok karanlık günler tüm insanlığı bekliyor. Özellikle 2012 yılı faaliyetlerinin hız kazanacağı dönem olabilir.

Düşman çok sinsi ve her türlü silahı kullanıyor. Sinema ve televizyonları bile...

Türkler olarak çok uyanık ve güçlü olmak zorundayız. Vücuda getirilmeye çalışılan Armagedon'u engelleyebilecek olan kilit ülke biz gözüküyoruz. Bu yüzden tüm planlar bizim üzerimize yapılıyor, sinsi çalışmalarla gücümüz kırılmaya çalışılıyor.

***
Bu güçler komünizmin gizli propagandasını çeşitli yollardan yapıp duruyorlar.

Örneğin Lemmings adlı ünlü bilgisayar oyunu(ki yıllar önce bu oyunun verdiği gizli mesajı ben açıklamıştım yerli ve yabancı forumlarda) bireyin bütün için kolayca harcanabileceği düşüncesini verdi.

Şirinler adlı ünlü çizgi film yıllarca bu felsefeyi aşılamaya çalıştı çocukların zihinlerine.

Ve ABD kaynaklı birçok bilimkurgu film ve dizisinde yine gizlice komünizm propagandası yapıldı.

Şöyle bir hatırlayın Uzay Yolu gibi dizileri, neler oluyordu?

1-Para kullanılmıyordu. Özel şirketler falan yoktu, herkes federasyonun çalışanıydı. Kimsenin özel uzay gemileri de yoktu. Hepsi ortaklaşa kullanılıyordu.

2-Hiç kimse ilahi bir dine inanmıyordu. Ama yoga ve meditasyon yapan insanlar görülüyor, ruhçu öğretinin hakimiyetini sezinliyorduk o kurgusal dünyada.


3-Tüm gezegenler tek bir federasyona bağlıydı. Ulus devletler diye bir şey de yoktu bu dizilerde.

4-İlk bakışta evrensel kardeşliği savunuyor gibiydi ama derinine inilince tam bir ırkçı felsefeye sahip olduğu görülüyordu bu dizilerin. Örneğin Asyalı veya zenci görünümlü insanlar hiçbir zaman gemilerde kaptan olmuyordu. Dizinin kahramanlarının savaştığı kimseler hayvanımsı görünümlü başka ırklardan oluşuyordu. Anglo sakson tipliler her zaman en üst yönetimdeler ve iyiler?

Ve bu beyin yıkamayla, ezoterik örgütlerin "tek bir dünya devleti" hedefleri insanlara benimsetilmeye başlanıyor.

Ayrıca M.S. 2150 gibi romanlarla yine bu çalışmalarını pekiştiriyorlar ruhçular.

Hem de ABD kaynaklı bu propaganda, dikkatinizi çekerim.

Hedeflerine ulaşmak için sabırlı ve sistemli bir şekilde çalışıyorlar. 


3 Mart 2013 Pazar

PEPSİ PARADOKSU


ŞU HABERDE yapılan bir deneyin bahsi: 90 dolarlık aynı şaraptan iki şişe alırlar. Şişelerden birini $90 etiketiyle, diğerini ise $10 etiketiyle tattırırlar deneklere. Deneklerin çoğu 90 dolarlık etiketi olan şarabın daha lezzetli ve daha kaliteli olduğunu söylerler. Fakat işin ilginci, bu denekler yalan söylememektedir. Deneklerin beyinlerine özel bir cihaz bağlarlar ve görürler ki beyin gerçekten de 90 dolarlık şarabı, 10 dolarlık aynı şaraptan daha lezzetli olarak algılar. Ta ki siz ikisinin de aslında aynı şarap olduğunu öğreninceye kadar...


Pepsi paradoksu gibi yani. Deneklere A ve B adlı markasız iki kolayı tattırdıklarında, deneklerin çoğu A'nın daha lezzetli olduğunu söyler. Ardından deneklere Pepsi ve Coca Cola'yı tattırırlar ve deneklerin çoğu bu sefer Coca Cola'nın daha lezzetli olduğunu söyler.



Oysa az önce tattıkları ve çok beğendikleri A kolası, bildiğimiz Pepsi'ydi. Beğenmedikleri B kolası ise Coca Cola'ydı. Bunun en büyük sebebi, reklamları sayesinde Coca Cola'nın daha prestijli bir intiba bırakmış olmasıdır. Bu Pepsi paradoksu öyle Pepsi'nin yaydığı bir şehir efsanesi değil, deneyleri de yapılmış gerçek bir olaydır.


27 Ocak 2013 Pazar

BU SABAH HORMONUNUZU İÇTİNİZMİ?


Nerdeyse herkes sütü sağlıklı bir gıda olarak biliyor. Fakat son yıllarda süt miktarının artması için hayvanlara büyüme hormonu verilmesi, sütlere homojenizasyon ve yüksek ısı (UHT) teknolojilerinin uygulanması ile süt sağlıklı bir gıda olmaktan çıkıp hastalık saçan bir gıda haline dönüşmüştür. Brusella ve tüberküloz gibi hastalıkları önlemek bahanesiyle sütün raf ömrünü artırmaya yönelik bu işlemler otizm, hiperaktivite, astım, egzema, otoimmün hastalıklar ve kanserler gibi insan sağlılığını önemli ölçüde tehdit eden kronik hastalıklara yol açabilir.
Well Being Journal dergisinin 2005 Mart baskılı sayısında yayınlanan ve Jeffrey M. Smith tarafından yazılan “Got Hormones? (Hormonunuzu aldınız mı?)” başlıklı makalesinin çevirisi ABD’de yaşayan Egzersiz ve Beslenme Uzmanı Serkan Yimsel tarafından yapılmıştır.


Dikkat hormonlu sütler kanser yapabilir!

Pastörize süt firmalarının çıkar amaçlı işlemleri arasında insan ve hayvan sağlığına en zararlı olanı, hiç kuskusuz “recombinant bovine growth hormone-rbGH” adı verilen hormonların süt veren ineklere enjeksiyon edilmesidir. rbGH hormonu, basitçe genetik mühendisliği yolu ile keşfedilen ve sığırların yaklaşık %10-15 oranında daha fazla süt vermesine yol açan bir ilaçtır. Bu ilacın nereden geldiğini araştırdığımızda ise, dünyayı en çok kirleten anonim şirketi olarak bilinen, ilaç, endüstriyel madde, tarım malzemeleri ve genetik araştırmalar üzerine un yapmış Monsanto firmasının bu ilacın da arkasında olduğunu görüyoruz.

1993’te onaylanan ve 1994’ten beri kullanılmakta olan bu ilacın geçtiğimiz günlerde yapılan bir açıklamada Amerika’da on-binlerce sığıra enjekte edildiği ve simdi Kanada dahil diğer teknolojisi ilerlemiş ülkelerin de yavaş yavaş kapısını zorlamaya başladığı belirtildi. Bir diğer adi Posilac olarak bilinen bu ilacın kullanılmasının azaltılmasına yönelik bütün çevreci kampanyalara rağmen Monsanto firması Kasım 2004 tarihinde yaptığı bir açıklama ile ürün satışlarında %70’lik bir artış olduğunu beyan ederek bu ilacın satışını durdurmaya hiç de niyetli olmadığını gösteriyor.

Amerika’da ilaç ve yiyecek ile ilgili piyasaya sürülen her ürünün FDA (Food and Drug Administration) denilen bir hükümet denetim kuruluşunun onayını alması gerekir.
Bu iyi güzel de, garip olan, FDA adlı kuruluşun ilaç ve yiyecek firmalarına, ürünlerini kendilerinin test etme ve kendi bilim adamlarını kullanarak sağlığa zararının olup olmadığını kanıtlama izni vermesidir.
Bu durum Monsanto ve diğer büyük anonim şirketlerine, taraflı bilim adamları kullanarak, testleri istedikleri gibi yönetme ve değiştirme imkanı veriyor. Nitekim Monsanto’nun rbGH hormonunun sığırlara zarar vermediğini gösteren testlerinde hasta olan sığırları deney sonuçlarına almayarak kendisini temize çıkardığı biliniyor, ancak kanıtlanamıyor.

Üstelik rbGH hormonunun sığırlarda enfeksiyon ihtimalini arttıracağını bilen Monsonto’nun araştırmacıları, sığırların hastalık kapmaması için onlara normalin 100 misli antibiyotik bile verebiliyorlar. Durum böyle olunca elbette test sonuçları sağlıklı görünecek ve büyük sut anonim kuruluşlarının yüzleri gülecektir.
Herşeyden önce sığırlara hangi nedenle olursa olsun fazla miktarda ve çeşitte antibiyotik verilmesi sadece sığırların değil, insanların sağlığı için de çok zararlıdır.
Bildiğiniz gibi bugün veterinerlikte kullanılan hayvan antibiyotiklerinin birçoğu, insanlarda kullanılan antibiyotiklere büyük benzerlikler gösterebiliyor. Bu nedenle sığırlara sürekli antibiyotik verildiğinde zamanla sığırların vücudunda yasayan zararlı bakteriler ve mikroplar bu antibiyotiklere dayanıklı hale gelirler.

Biz bu sığırların etini yiyip sütünü içtiğimiz zaman antibiyotiklerin öldüremediği bir miktar bakteri veya mikrop bizim vücudumuza geçeciktir. Bu durumda hastalandığımızda doktorumuzun bize verdiği reçetede bulunan antibiyotiği kullanmamız bir ise yaramayacaktı r çünkü vücudumuzdaki zararlı bakteri ve mikroplar bu antibiyotiğe karsı büyük ihtimalle bağışıklık kazanmış duruma gelmiştir.

Antibiyotiklerden sonra tarafsız ve çevreci bazı bilim adamlarının dikkatini çeken diğer bir konunun, rbGH hormonunun sığırların gebeliğini nasıl etkilediği konusu olduğunu görüyoruz. Bu bilim adamları araştırmalarında sözü edilen hormonun sığırlarda gebeliği engellediğini ortaya çıkarınca Monsanto anonim şirketinin araştırmacıları hemen bu konuda kurnazca bir plan başlatıyorlar.
Bu plana göre hileli bir araştırmada denek olarak doğurmak üzere olan sığırlardan örnekler topluyorlar. Bu durumda tabii ki sonuç, hormonun sığırların gebeliğine zararı olmadığı yolunda çıkıyor. Sonuçta FDA kime inandı dersiniz? Tabii ki daha güçlü ve zengin olan Monsanto şirketinin araştırma sonuçlarına! Monsento’nun Posilac ya da rbGH hormonunun sığırlara enjeksiyonundan sonra içtiğimiz süte gecik geçmediği konusunda yaptığı araştırmalar, yine şimdiye kadar bahsettiğimiz araştırmalarda olduğu gibi kurnazlık ve hilelerle doludur. Enjeksiyonlu sığırlardan gelen sütün temiz olduğunu ispatlamaya çalışan Monsanto’nun bilim adamları, sığırlara normal değer olan 500 miligram ilaç yerine sadece 11 miligram ilaç şırınga ederek deneylere başlıyorlar. Bununla kalmayıp normal suresi yarim saat ila 1 saat arasında değişen şutun pastörizasyon (ısıtma) işlemlerini yaklaşık 120 defa arttırıyorlar.
Bu nereden baksanız en az 3 gün boyunca sütü kaynatmak anlamına gelir ve bu kadar sureden sonra o süte artık süt denilir mi, bu bir tartışma konusudur! Bütün bu işlemlere rağmen deney sonunda elde edilen sütte ineğe şırınga edilen ilacın %81’inin hala süte geçebildiğini görüyorlar.

Bu sonuç eğer medyaya yansır ise Monsanto’nun hormonu satabilme oranı çok düşeceği aşikardır elbet. Bunun üzerine hemen yeni bir araştırma başlatan bilim adamları, bu sefer hormonu ineğe şırınga etmek yerine, protein tozlu süt hazırlar gibi, toz haline getirilmiş hormonu süte karıştırıp pastörizasyon fırınlarına veriyorlar ve bu kez tam 146 defa daha uzun bir süre ısıtıyorlar.
Sonunda istedikleri sonuca ulaşarak hormonun %90’ini yok edebiliyorlar. Bu sonuçlara inanan FDA pastörizasyon sırasında hormonun büyük bir çoğunluğunun yok edildiğini ve hormonlu ineklerden gelen şutun bir tehlike olusturmadığını halka duyuruyor.
rbGH hormonu ile ilgili sağlığımızı en çok tehdit eden unsur, inselin benzeri büyüme faktörü olarak bilinen IGF-1’dir. IGF-1 doğal sütte bulunan yaklaşık 70 kadar amino asidin birleşiminden oluşmuş bir çoklu aminoasit zinciridir. Karaciğerimizin ve diğer bazı dokularımızın doğal olarak salgıladığı IGF-1 vücutta normal seviyede bulunduğunda tıpkı büyüme hormonu gibi davranır ve gelişmeyi, büyümeyi kontrol eder.
Annelerimizin bizler genç yaslarda iken yatmadan önce bir bardak inek şutu içmemizi önermesinin nedeni de bundandır. Peki problem bunun neresinde diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Araştırmalara göre IGF-1 faktörünün vücudumuzda doğal değerlerin üzerinde bulunması, özellikle belli yaslarda kanser riskini büyük ölçüde arttırabiliyor.

Nitekim bilim adamları, 45-50 yaslarındaki bayanlarda yüksek IGF-1 faktörünün meme kanseri riskini 7 kez, erkeklerde ise prostat kanseri riskini yaklaşık 4 kez daha fazla arttırdığını belirtiyorlar. IGF-1 faktörü doğal inek sütünde vücudumuzun kullanabileceğ i oranlarda bulunurken, ne yazık ki pastörizasyon sonrasındaki sütte arttığı gibi, üstüne üstlük rbGH hormonunun kullanılması durumunda bu artış kat kat daha fazla artabiliyor. Bu artış, artık o kanser riski rakamlarını ne kadar arttırır kim bilir?

Simdi hikayemizin “hem suçlu hem güçlü” kısmına geldik. rbGH hormonu ile kanser arasındaki bu ilişkiyi bir haber programıyla halka duyurmak isteyen Amerika’nın unlu FOX TV istasyonunun iki haber muhabiri, programı televizyondan kaldırmak isteyen Monsanto firmasıyla mahkemeye gitmek zorunda kalıyorlar. Yukarıda bahsettiğim hileli deneyde rbGH hormonunun %90’inin pastörizasyonda kaybolduğunu öne suren Monsanto’nun güçlü avukat gurubu, tabii ki duruşmadan kazanan taraf olarak çıkıyor ve halka gerçeği duyurmak isteyen iki haber muhabirinin kendilerine yaklaşık 1 milyon dolar tazminat ödemek zorunda bırakıyorlar. Bununla kalmayan Monsanto, araştırma ve delilleri FOX TV istasyonundan alarak yok ediyor ve her iki haber muhabirini de işten attırıyorlar
.
Bugün Amerika’daki pastörize kutu sütlerin yaklaşık %15’i hormon enjekte edilmiş sığırlardan gelmektedir. Bir kişim çevreci sut ve mandıra şirketleri kampanyalar yürütmekte ve bu hormonu kullanmamaktadı r. Ancak şurası bir gerçektir ki, Monsanto firmasının son sene içerisinde %70 oranında daha fazla sipariş alması, bu hormonun yavaş yavaş %15’lerden daha yukarıda bir oranda kullanılacağına işaret değil midir?
Yazarın bahsettiği konular içerisinde en ürkütücü olan ise, su an Monsanto firmasının genel müdürü pozisyonunda olan kişinin, bir zamanlar Amerikan hükümetinin yiyecek ve ilaç kalite kontrol organizasyonu FDA’ da yardımcı mudur olarak çalışıyor olmasıdır!!!



PROF. DR. AHMET AYDIN’IN NOTLARI

Piyasadaki sütlerin sakıncaları

Sütün pastörizasyonu ve süte yüksek ısı (UHT) uygulanması bazı hastalık yapan bakterileri ortadan kaldırırken faydalı bakterileri (probiyotikleri) de yok etmektedir.
Homojenize edilmiş sütler (Kutu sütleri) ise çok daha büyük bir sorundur. Çünkü homojenizasyon sırasında sütün bir 2.5 cm2’sine 1 ton civarında bir basınç uygulanmakta ve süt proteinlerinin moleküler yapısı büyük ölçüde değişmektedir.
Molekül yapısı değişmiş proteinler immün sistemi aşırı uyararak çocuğun ileriki yaşamında Tip ( diabet, astım ve mültip) skleroz gibi otoimmün (kendi dokularını tahrip edici) hastalıklara yol açmaktadırlar.
Kaymak bağlamayan, ekşimeyen ya da kesmeyen süt ya da yoğurt doğal değildir.
Sütten çok mayalanmış süt ürünleri (tam yağlı yoğurt, tam yağlı peynir) tercih edilmelidir
Kefirle mayalanmış süt çok yararlıdır.


Hangi süt tüketilmeli?

Mümkünse günlük mandra sütü tüketilmelidir.
Sütü alınan hayvanın meralarda otlamasına ve suni yem yememesine dikkat edilmeli
Temiz olduğuna güveniyorsanız (!) sokak sütçüsünden de süt alabilirsiniz.
Şehirdeki en iyi olabilecek seçenek günlük pastörize şişe sütleridir.
Uzun ömürlü homojenize kutu sütlerini kesinlikle kullanmayınız.
Süt ya da yoğurt ekşimesin ya da kesilmesin diye işlemler nedeni ile süt içindeki probiyotiklerin tümüne yakını kaybolmaktadır.
Sadece ekşiyen ve/veya kesilen süt ve yoğurtları yiyiniz (bulursanız!! !)
En iyisi bunları kendiniz yapın (O kadar kolay ki!)


Not: Bu yazı Arca Atay tarafından gönderilmiştir.
Taprak Onur Yaşam Copyleft 2008


REFERANSLAR
1. Got Hormones?, yazan Jeffrey M. Smith, Well Being Journal ergisinin 14’e 2 baskılı şayisi
2. rbGH Hormonu ve IGF-1 faktörü ile ilgili bazı web adresleri:
a) http://www.shirleys -wellness- cafe.com/ bgh.htm
b) http://www.ejnet. org/rachel/ rehw454.htm
c) http://www.gettingw ell.com/drug_ info/nmdrugprofi les/nutsupdrugs/ ins_0
303.shtml
3. Vücut yağlanmasına çözüm, yağsız beslenmek mi, yazan Serkan
Yimsel
4. Stedman’s Medical Dictionary
5. Tip Sözlüğü, 9. Baskı, yazan Prof. Dr. Pars Tuğlacı 






26 Ocak 2013 Cumartesi

“THORNBURG RAPORU”




Çok partili hayata geçişle birlikte Türk siyasi hayatında yeni bir söylem türemişti. Bu söylemlerin önemlileri Türkiye’nin “Küçük Amerika” yapılacağı, her mahallede bir “milyoner” yaratılacağı şeklindeydi.

Hatta Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 20 Ekim 1957 tarihinde Taksim’de; “Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.” diyordu.

Bu sürecin sonucunu, 27 Mayıs’ta Milli birlik Komitesi üyesi kurmay subay Orhan Erkanlı; “Amerika cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait planlı bir çalışma içinde olduğundan; malzeme, silah ve bilgiyle beraber, kendi askeri usûllerini de Türkiye’ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. Tek satıcı, tek verici durumuna geldi.”

Şeklinde açıklayarak Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını çok çarpıcı bir biçimde vurgulamaktaydı.

Başlangıcı İkinci Dünya savaşının sonuna rastlayan bu sürecin başında ABD’nin Türkiye’ye yönelik görüşünü içeren, diğer taraftan da savaş sonrası Dünya düzeninde ABD’nin konumunu ve işlevini ve hatta etkinliğini belirleyen1946 tarihli Thornburg Raporu’na göre;

— Türkiye’nin ağır sanayi kurması gerekli değildir.

— Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir.

— Türkiye; uçak, makine, motor projelerini iptal etmeli, bu tür yatırımlara yönelmemelidir. Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya yönelinmelidir.

— Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır.

— Tüm bunlar için gerekli sermaye ABD tarafından verilecektir.

Thornburg Raporu Türkiye’nin sanayileşme sürecine rezerv koyan ilk rapor değildir.
Artık sahne Dünya Bankasınındır.
Perde açılır “Barker Raporu” sahne alır.
Sanayiye değil tarıma yönelinmiştir.
Artık her şey ABD’nin istediği gibi Dorr, Thornburg, Barker raporlarının yönlendirmesi şeklinde gelişir…
Savaş yıllarında hazırlanan demir çelik, makine, elektrolitik bakır gibi projeleri içeren kalkınma planı terk edilerek yeni plan hazırlanır.

Yeni planda;
Savaşın mağlupları Almanya ve Japonya’ya silah zoruyla dikte ettirilen “Devlet girişimlerinin özel kesime devredileceği ve her alanın yabancı sermayeye açılacağı“şartları savaşın tarafı olmayan Türkiye tarafından gönüllü olarak benimsenmiş ve bu politika değişikliği ile Marshall yardımına hak kazanılmıştır…
Dün ’sanayiyi bırakın tarımla kalkının’ diyen Dorr’lar, Thornburg’lar, Barker’ler ve onların patronları, bugün tarımı da bu ülkeye çok görecekler; tütünümüze, pancarımıza, tahılımıza ve hayvansal ürünlerimize… göz dikmişlerdir!




24 Ocak 2013 Perşembe

FORD, ROCKEFELLER ve TAVİSTOCK



CIA'nın yaklaşık 50 yıldır uyguladığı en etkili toplumsal kontrol yöntemlerinden biri kamuoyunu değişik yapay uyarıcılarla ve şişme gündemlerle uyutmak ve kamoyunda beyin yıkama teknikleriyle istediği algıyı yaratmaktır. II.Dünya Savaşı sonrasında başlayıp bugüne kadar devam eden bu "algı mühendisliği", ABD ve ABD çıkarlarının gönüllü hizmetkarı durumundaki yerli işbirlikçilerin işini kolaylaştıran en önemli silahtır.
CIA'nın beyin yıkama ve algı mühendisliği gibi psiko-sosyo-kültürel savaş araçları "uyutma projesi" içinde yer alır. CIA, bu uyutma projesi için "insan hakları" ve "yardım kuruluşlarına" gizli fonlar aktarmıştır. "Eski Bir CIA yetkilisi, etkin ve prestijli vakıfların CIA'ya fon aktararak gençlik grupları, işçi sendiklaları, üniversiteler, yayınevleri vb kuruluşlara sayısız gizli operasyonlar düzenlettiğini, bunlara 1950'lerden itibaren 'İnsan Hakları Gruplarının ilave edildiğini açıklamıştır. " (Erol Bilbilik, İşgal Örgütleri, CIA, NATO, AB, 2.bs, Asya Şafak Yay, İst, 2008, s.9)
CIA, kontrol etmek istediği ülkelerde operasyon yapabilmek için Soğuk Savaş döneminin en önemli emperyalist kültürel projelerinden Ford Vakfı'nı ve Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur



Ford Vakfı, ABD ve CIA'nın Avrupa'daki bütün gizli operasyonlarında görev almıştır. Vakfın temel amacı antiemperyalist ve ulusal sol hareketleri etkisiz kılmaktır. Guatemala'da Demokrat Arbenz ve İran'da Musatlık hükümetini deviren, Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Nikaragua'da açık insan hakları ihlalleri gerçekleştiren CIA'nın Ford Vakfı'dır.
CIA, toplum mühendisliğine soyunarak dünyayı ABD istekleri doğrultuusnda biçimlendirmek amacıyla ise Tavıstock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur. Enstitü, 1921'de Londra'da kurulmuştur. I ve II. Dünya Savaşı yıllarında Psikolojik Savaş Örgütü olarak çalışan Tavıstock Grubu, Rocefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanını genişleterek yeniden yapılandırılmıştır. Rocefeller, Tavistock'a daha geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. (Age, s.17).
Tavistock Enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmond Freud'un "İNSAN DAVRANIŞLARININ KONTROLU" konusundaki araştırmaları olmuştur. Enstitü, insan davranışlarını kontrol ederek, toplumları ABD çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla kurulmuştur.



Tavistock Ensitüsü'nün ABD çıkarları doğrultusunda beyin yıkama tekniklerini John Colaman, "The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabında olanca açıklığıyla gözler önüne sermiştir.


                 Dr John Coleman'ın CIA,Tavistock faaliyet şeması: İşte Dünyayı kimler yönetiyor? sorusunun yanıtı 


Tavistock, KİTLESEL BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİNİ ilk defa 1950'de Kore Savaşı'nda denemiştir.
"Geliştirilen, kalabalıkların kontrol metotları gizli ve halkın tepkisini çekmeyecek şekilde ABD halkı üzerinde denenmiş ve onların psikolojik tavırları tespit edilmiştir." (Age, s.18). Örneğin, 1933'de Tavistock Direktörlüğü'ne getirilen Alman Mülteci Kurt Lewin, ajanlarını düşmanalar arasına sızdırarak Harward Ünversitesi'nde geliştirilen propaganda ve beyin yıkama kampanyaları ile Amerikan halkını ABD'nin, Almanya'ya karşı savaşa girmesi için hazırlamaya çalışmıştır. (Age, s.18).

                                                                                         Alman Mülteci Kurt Lewin


1950'lerden sonra tüm CIA Programları TAVİSTOCK'un rehberliğinde oluşturulmuştur.
Roosevelt ve Churchill'in hava saldırılarının tümü Tavistock laburatuvarlarında kitlesel terörden elde edilen deneyimlere göre gerçekleştirilmiştir. (Age, s.18).

TAVİSTOCK'un önecelikli hedefi "halkın psikolojik gücünü kırmaktır." Bu amaçla Dünya Düzeni Diktatörlerine muhalefeti engellemek, aile bağını zayıflatarak, aile, din, onur, milliyetçilik ve seksüel davranışları çökertmek için teknikler geliştirmek Tavistock bilim adamlarınca yıllarca üzerinde çalışılan konulardır. (Age, s.18).

Tavistock Programları, kontrol edilecek toplumdaki "kişilerin kimlik ve ırksal mensubiyetlerinin çökertilmesine göre dizayn edilmiştir." (Age, s.19).

Tavistock stratejilerinden biri de "uyuştucu haplar" kullanılması ve "sesksüel davranışların çarpıtılmasıdır". Bu amaçla 1960'ların LSD aykırı kültürü ve öğrenci devrimi için CIA 25 milyon dolar para harcamıştır.(Age, s.19).

Bugün Tavistock, ABD'deki vakıflar ağını 6 milyar dolarlık bir bütçe ile faaliyette bulundurmaktadır. ABD'nin dünya düzeni üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu fakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma ve düşünce kuruluşu, Tavistock'un doğrudan kontrolu altındadır.(Age, s.20)

Tavistock Enstitisü ile kol kola çalışan Rockefeller Vakfı, aklınıza hayalinize gelmeyecek projelerle dünyayı kontrol etmenin hesaplarını yapmaktadır. Örneğin, Vakıf, dünya tarımını kopntrol etmek için projeler geliştirmiş ve uygulamıştır. Vakfın Direktörü Kenneth Wernimont bu projeleri Meksika ve Güney Amerika'da uygulamıştır. Programın hedefinde bağımsız çiftçiler vardır. Çiftçilerin yok edilmesi, bağımlı hale getirilmesi, üretimin bitirilmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde dünya ABD'ye muhtaç hale getirilmek istenmektedir.(Age,s.21).Bu tarım projelerinin uygulandığı ülkelerden biri de 1950-1970 yılları arasında Türkiye'dir.(Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.2, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2012, s. 123-133).

Tavistock'un en önemli programlarından biri BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİ'dir.Tavistock Enstitiüsü, sürekli ve kitlesel Beyin Yıkama yapmaktadır. İnsanların gerilim, korku ve endişe seli karşısında bırakılarak beyinlerinin sinirsel durumlarının değiştirilmesi amaçlanmaktadır.Nitekim Tavistock'un çalışmalarıyla, Küba Füze Krizi, bibiri peşi sıra dünyanın değişik yerlerinde siyasi liderlerin öldürülmesi, ve tvlerde hergün defalarca yayınlanan kanlı ve vahşi Vietnam Savaşı görüntüleri ile sarsılan ve bunalan 1960'lar Amerikan ve dünya gençliği zihinlerini sürekli meşgul eden milliyetçilik, sosyal sorumluluk, kamu yararı, etik değerler dünyasından uzaklaştırılarak, bireyselliği öne çıkaran Rocak müzik, uyuşturucular, holiganizm ve çarpık seks dünyasında teselli bulur hale getirilmiştir.

                                                                                                     Yıkanan Beyin


Özetle, CIA; Tavistock Enstitüsü, Ford Vakfı, Rokefeller Vakfı gibi kuruluşlarla hedef toplumları MIŞIL MIŞIL UYUTMUŞTUR, uyutmaktadır. Bu uyutmanın nasıl gerçekleştirildiği konusundaki ayrıntıları öğrenmek için "Mass Psychology: The Revolution Will Be Internalized" (Kitle Psikolojisi: Devrim içselleştirmiş Olacak) adlı sayfaya bkz. 



NASIL UYUTULUYORUZ?


Uyutulucak toplum, öncelikle CIA uzmanlarınca siyasi, sosyal, kültürel ve psikolojik incelemelere tabi tutulur, daha sonra elde edilen veriler doğrultusunda o topluma uygun bir "uyutma paketi" hazırlanır ve bu uyutma paketi söz konusu toplumu istenilen yönde biçimlendirmek için yavaş yavaş uygulamaya konulur....
Uyutma paketi uygulamaya konulurken de çok dikkatli hareket edilir, söz konusu toplumdaki en güzide kişiler ve kurumlar seçilerek devreye sokulur... Zaman zaman bu kişi ve kurumlar bile "neye ve kime" hizmet ettiklerinden habersiz ABD ve CIA'nın gönüllü neferleri olarak toplumun uyutulması projesinde yer alırlar. Uyutma Paketi daha çok medya iletişim araçlarıyla uygulanmaktadır.

Dr. Emery, Tavistock Enstitüsü'nün projeleri doğrultusunda toplumsal UYUTMANIN üç sahfada gereçekleştiğini belirtmiştir:
1. Sahfa: Moral değerlerini yitirme (Demoralisation)
2. Safha: Zihni Bölünme (Segmentation) Bu sahfada birey, zihninde yerleşik olan ulus devlet görüşünden, birey olma içgüdüsünden kopup cemaat görüşüne geçer.
3. Sahfa: Zihni Ayrışma (Disassocation) Bu safhada birey, fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp bir anlamda "robatlaşmış bir birey" haline gelir. (Dr. Emery, "Gelecek 30 Yıl Konsept, Metot ve Antipati", Tavistock Magazine (Human Relations), ABD, 1967.)


                              CIA'nın başta Tavistock Ensitüsü olmak üzere oluşturduğu sosyo kültürel kontrol ağ şeması



TAVİSTOCK'UN TÜRKİYE'DEKİ AKTÖRLERİ


CIA'nın, Tavistock Enstitüsü aracılığıyla "uyutma paketi" uyguladığı ülkelerden biri de 1946'dan beri ABD'nin stratejik ortağı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir... Türkiye Paketi, 1946'da hazırlanmış, Bu sırada çok sayıda ABD'li uzaman Türkiye'ye gelip Türk toplumunu, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bakımlardan derin incelemeree tabi tutmuştur. Bu incelemeler sonunda ABD'li uzamnlarca raporlar hazırlanmıştır. Bu raporlardan en önmelisi Atatürk'ün ekonomi modelini tasviye etmeyi amaçlayan Trunborg raporudur. (Bkz. Sinan Meydan, AKL-I KEMAL,"Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.3, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 277 vd.) Türkiye'de bu raporlar doğrultusunda uyutma paketinin 1950'lerden sonra ilk uygulamaları yapılmış, 1980'lerden itibaren ise tam anlamıyla uygulanmaya başlamıştır. Özal dönemi uyutma paketinin en iyi uygulandığı dönemlerden biridir. Nitekim o dönemde kurulan ilk özel tv'inin adının Magic Box star 1 (Sihir/büyü kutusu) olması tesadüf değildir!

Türkiye'deki "uyutma paketinin" belli başlı aktörlerinin kimler, hangi kurumlar, hangi sistemler olduğunu da siz düşünün, siz araştırın artık!
"Yok böyle bir şey?" mi dediniz?
O zaman inanın bana siz de CIA' ve TAVİSTOCK'un uyuttuklarındansınız? Uyanın artık!