15 Aralık 2012 Cumartesi

YUSUF ve ZÜLEYHA










Züleyhanın zindandaki yusufa yazmış olduğu dört mektuptan ilk üçüdür.
Yazar SİNAN YAĞMUR'un son kitabı (AŞKIN MEALİ yusuf ve züleyha)'dan alıntı yaptım.
etkileyici bir kitap olmuş okumanızı şiddetle tavsiye ederim.             








                                  SARAYDAN ZİNDANA BİR KÜÇÜK ZÜLEYHA


Gönlümü bağladığım, tenhalarda adını andığım ey can nerdesin! Hani üzerinden mevsimler geçse de sevgilinin mahallesine yolunuz düştüğünde burnunuzun direği sızlar ya, gelip geçerken günler, günlerin efendisi olan Yusufun geçtiği her mekana uğradığımda öylesi bir hüzün kaplar yüreğimi. Nerdesin ah yâd-ı hayali yar?

         Var olan ne ki? Bizi yokluğu ile üzenler var. Güneş görmeyen zindanda yine zülüflerin dökülüyor mu yüzüne Yusuf’um? Ah günahsız’ım. Ah aşk sızım. Vah halime! Dilimle zehirledim masumluğunu. Vah bana. Yuh bana.

         Bazen günaha düştüğüm de oldu, sevaplara küstüğüm de.

         Bazen ölümüne sustuğumda oldu, kan kustuğum da.

         Konuşmaya yüzüm yok, anlatmaya mecalim. Yazmak tek çare. Ama okusanda cevap vermezsin bilirim, beyhude beklerim. Neylersin benimki de bir umut işte.

         Çocuktum. Kız oldum. Kadımdım aşık oldum. Aşıktım çilelerden geçtim. Ten sanırdım aşkı. Vurgundum sana. Tutkumdum. Halden hale geçtim. Sonunda hevadan. Hubba; hubbdan aşka, aşktan vecde ulaştım bleğimi kemik saplı bıçak kanattığında. Kendi kanımda buldum aşkın hallerini.

          Kokuların uzmanıydım. Ne vakit senin kokunu aldıysam içime, o demden sonra hiçbir çiçeğin kokusunu alamaz oldum. Her koku yusuf’tu. Yusuf’un kokusunu uyurken, uyanıkken alıyordum. En çok da uyuyamıyorken.

          Günaha şansı olmayanın sadece masumiyeti var. Benim masumiyet hakkım da yok. Anladım ki Havva için yasak ağaç ne ise benim yasak ağacım da Yusuf’muş.

          Seni ilk gördüğümde üzerimdeki elbise bembeyazdı. Odaya şehvet törenine çağırdığımda elbisem baştan ayağa kankırmızısı. Şimdi ise siyah. Beyaz kadar saf olamasam da siyah kadar kadere teslimim. Ben artık siyah bir gülüm. Siyah, yani ahımın rengi.

           Seni kardeşlerin kuyuya attığı gün ben de kaderin kör kuyusuna düştüm. Senin kurtarıcın olarak rabb’in vardı Yusuf ya benim kimim var? Geldin. Gördüm. Güneşi bile soluk bırakan gözlerindi ilk gördüğüm. Seni sen bildiğim o gözlerin. Gözlerin, besbelli ki düştüğüm bir başka kuyuydu. Umutlarım vardı kuyuda.  O ilk gördüğümde kokunu serdim hülyalarıma. Uykusuzluğumu gözlerinde avutuyordum da sen bilmiyordun.

           Önceleri arzumdun, anladım ki aşkımmışşın bilemedim. Seni sevdim Yusuf. Seni sevmemek elde değildi. Anla Yusuf! Bir tek ben miyim sana çarpılan? O güzelliğini yeryüzünde hangi kadın görmüş de sana vurulmamış? Şehirdeki genç yaşlı kadınlar, sarayda ki evli bekar cümle kadınlar sana sevdalandı da bir ben sevdamı saklayamadım. Neylersin aşk bu, ele de düşürür dile de. Pişman mıyım? Aklımdan bile geçmez sana aşkımın nedamet dehlizine girmesi.

            Razıyım seni uzaktan sevmelere. Gündüzlerden vazgeçtim, düşümde biraz olsun görmelere razıyım.

            Ey suskunluğumun efendisi!

          Sustum dünyanın bütün yaşanmışlıklarına.

          Feryadım oldu sessizliğim, sana duyuramadığım ahımın inadına.

          Senin narınla yanmayan her yürek eksikti aşkın tanımına.

           Yok, artık bi cümlem.
           Hangi harf bi araya gelir de anlatır ki gece karası gözlerimdeki tufanı?

           Kaç hüzün bir Yusuf eder?

           Kaç yangın Yusuf’un kıvılcımına değer?

           Ben yandım bu ateşte.

           Ne gördün düştüğüm cehennemi ne de duydun Yusuf bir tek sitemimi.

           Sustum! Benim bir nazarıma bin canımı verdiğim sevgili.

           Sana yitirdim bütün cümleleri.

           Sana sustum yusuf’um!

           Değil mi ki söylediklerim hicranım oldu.

           Seni gel diye çağırmam, yokluğunun sebebi oldu.

           Şimdi vuslatına susyorum Yusuf.

           Duyuramadığım feryadımın inadına…

           Suskunluğun tılsımlı fısıltısına ancak bu denli bir nefes üflenirdi ki harflerden önce sukut alevlensin. Sönmesin har-ı sevda, şiirsel cümlelerde suskunluğunun serencamını dile getiren nameleri sana armağan ediyorum ey yârim.

           Ah benim yaralı gönlüm. Ah benim uslanmaz kadınlığım. Yalnızlıklarım. Yangınlarım. Ah iflah olmaz sevdam, ah ki ah!

           Herkesin yarım bir sevdalığı yama giymiş umutları vardır. Ömür ya sevdayı ya yamayı tel tel söker.
           Yusuf sen benim kalbimde değilsin. Sen benim kalbimsin.

           Senin bir adında melahim olsun ey Yusuf. Yani bir vehim, bir hayalet. Hayal ettikçe varlığına daha çok inanamadığımsın.

           Şimdi zindanda uyuyor musun yusuf’um? Bilesin ki yâri uyuyanın yarası uyumaz. Efkar yüklerken zaman, ben geceye eflatun ölümleri göğsüme sürüyorum. Seni bir sır gibi saklarken içimde bilemedim kilitlerin pas tutp seni bana getiremeyeceğini. Bilemedim. Şehir, geceyi sürme sürme çekerken gök yüzünden ben yokluğunun ölüm pençesinde can veriyorum.

           Ey rüyaların ustası! Ey yüreğimin mahşeri! Ey gözlerime ölü toprağını sürme diye çektiğim! Her rüyayı yorarsında sana meftun, sana mecbur şu yüreği yormak nedir bilmezsin. Yoruldum Yusuf! Ne aklına geldim ne de aşkına. Bu nasıl bir yıkım Yusuf? Bu nasıl bir sur? Sen üfledikçe araf bende doğuyor.

           Bana bir aşk verseydin sana üstüne şahadet edilesi bir sen verecektim. Unutma, mahşerde yüreğin senden sorulur! Terim akar ölü tenlerin peşinden, hayallerim cennet imzalı, hasretlerim cehennem imalı. Nerey baksam, kimden kaçırsam  bakışlarımı hep gözlerim Yusuf yüzlüme düşer. Havva’sını buldu Adem Arafat’ta, benimse her yürüyüşlerim çıkar araf’a. 




                                        EVVELİMDİN AHİRİM DE OL


           Aşkını kalbime, kalbimi adına, adını yüreğime, yüreğiğmi sana yazdığım sevgilim!
           Ey! Benim zindanım, ışığım, tek bir nazarına bin ah’ı sığdırdığım yar! Sen ki anlatamadıklarım, korkum.

           Seni gördüğümden bu yana yeryüzü kelimeleri yetersiz aşkımı anlatmaya.

           Ya Yusufsuzluk  ah! Nasıl anlatırım, yoktu Yusuf’tan öte bir sözcük. Söyle! Hangi acı Yusufsuzluktan daha büyük olabilir ki? Yusuf’un ateşi bedenimde hapis iken hangi kahır fırarım olur. Duy beni Yusuf! Söylenmemiş sessiz cümlelerdeki haykırışımı, sen duy ki, dünya lal olsun aşkın yaşanmamış her haline, aşkı anlamayan ölü kalplere. Sendin aşk, varlğınla cümle cihanı yok saydıran, nurunla aşkı bulup kendi bedenimde yok olan. Sabrım sen kadar benim sadrım yusuf’tan öte.

            Gece ve gökyüzü, yıldızlar, ay ve tan. Sen ve ben sevgilim, biricik sevgilim.
            Hepimiz aynı aşkı yaşıyoruz. Tutku ise… ah o tutku yok mu? Sabaha kadar o tutku bizi besliyor.

Bize zevk diliyor. Hadi gecenin gözü önünde hayatımızı yaşayalım. Güneşede ”gel ama bir yıl sonra gel, önce değil.” Diyelim. Bu bütün bir ömre bedel bir aşk gecesi. Böyle bir gecesiz ömür nedir ki?

            Aşk böyledir; vuslat, naz, razı olmak ve küskünlük.

            İşte biraz neşe, biraz elem. O kalbimin aşkıdır, bana küsken bile kalbim ondadır.
            Ona mahkum olmam hoşuma gidiyor. Ne kadar şanslıdır bir kez olsun aşkın merhametini tadanlar ve onun katılığıyla tanışanlar. Ömrü boyunca aşkın tatlılığını tatmayan kalbin vay haline. Bazen aşkın güldüğünü görürsün ama içinde hüzün ve haykırış vardır.
            Kalp ruhsuz yaşarken onun ilacı aşktır. Kalbimin aşkı suçlarken yine de seni seviyordum Yusuf.

            Yalnızlıkla geçen uzun bir zamandan sonra gözlerin hatırı için aşkına vuruldum.
            Gözlerimi kamaştıran sen olmasaydın.

            Hüzün sesinde gömülmüş iniltiler şeklinde yudumluyorum. Sen ise yakalamayayım diye bakışlarını nefesinin arasında saklıyorsun.bilmem aşkın getirdiği hüzünlerden mi korkuyorsun yoksa suçlamaktan mı? Korkun mu yoksa seni sessizliğe gömen?

            Bir çocuk kalbi ile geldiğinde konağın ilk gününde, sabahın yanağındaki çiğ tanesindeki ışık gibi. Aşkın yolunu mutlulukla doldurdun ve beni üzüntüde gördüğünde korkmuş yorgun bir çocuk gibi ağladın. Hiçbir keder beni sarsmazdı. Ne de ben aşka merhaba derdim.

            Senin göz kamaştıran sevgin olmasaydı.

            Ben bende değildim Yusuf. Genzimi hep yaktı kokun. Ne zaman akşam olsa, kalakalsam kadınlığımın yalnızlığı ile tazelenirdi hep o bildik koku. Güzdüzleri seni uzaktan da olsa görebilme tesellim vardı. Ya akşamları? Ya hercai geceler? İşte gecelerce kendime sık sık tekrarlıyordum: ne yapabilirdim? Nasıl dayanırım Yusuf iki adım ötende iken onsuz sabahlamaya? Ah gece tekinsizliğim. Gece yalnızlığım. Gece canımı çok acıtıyor, duyuyor musun Yusuf?

             Ey gözümün vurgunu Yusuf! Seni günaha davet ettiğim gecenin öncesinde, kendi kendime neler mırıldanmıştım neler. Söyleyen ben. Seslenen ben. İşiten ben. İnleyen ben. İnleyişimin fısıltı nameleriyle seni beklemenin heyecanındaydım. Sesleniyordum öylesine:
             “gel ki ömrün bütün aşkını, aşkla bitirelim bu gece.

              Gel ki ömrün bütün özlemini kalpten yaşayalım bu gece.

              Sanki aşkın aşk gecesi bu gece.

              Fısıltı ile yürüyen geceyi sesimizle terletelim. Gel bekletme!

              Ey sevgilim bu senin gülümsemen, işte adımın işte gülüşün işte sen, nurunla, gölgenle ve inceliğinle. Elini elime alacağım ve gözlerini gözlerimle kucaklayacağım.

              Bir ömür gecesi yaşayacağız dünyanın ömrüne bedel bu gece. Gel rüyalara, aşka, ilhama gel.

              Biz sabahlayalım başkaları uyusun.”
              Belki de bu seni son çağırışımdı. Aşkınla yanan kalbimin kalbine değmek istemesinden daha doğal ne var ki. Bir kere olsun değseydi ellerin ellerime, bir kere olsun sarsaydı kolların aşkınla titreyen bedenimi, en büyük günahımız bu olsaydı. Senin için söylediğim, işittiğim inlediğim bütün cümlelerimi bir kez de sana dillendirebilseydim.

              Ey sevgilim, ey özlemin kokusu, ey özlem gecelerinden kısmetim olan hangi şiir? Gözlerindeki sözler, en güzel sözleri kıskandıran hangi koku? Ellerindeki güzel kokunun olduğuğnu söylerken dudaklarındaki bahardan, gözlerindeki gecelerden, yanaklarındaki alevden, ellerindeki merhametten bir yolculuk içinde ruhum kayboldu ve kayboldum.

              Her kayboluşun ardından kendimi aradıkça bende seni buldum. Bana baktım seni gördüm değmemişken ellerin ellerime, ellerim oldun. Buluşmamışken gözlerimle gözlerin gözlerim oldun. Benden öte ben dünyadaki cennetim oldun.




                                                     AH AŞKIN ELİNDEN


             Ey nur kokulu sevgili!

             Ey bana benden değerli olan.

             Ey dünün sevgilisi ve şu anın sevgilisi.

             Ey yarınların sevgilisi.

             Bir senin için hayatımı sevdim. Yanında olayım, kalbinin kucağında bırak rüya göreyim.

             Ey sevgisi ile bütün dünyayı sarmalayan.

             Sana daha önce kimseye söylenmemiş bir kelime ile seslenmeyi umuyorum. Bütün aşkına denk bir kelime, bütün özlemlerime denk bir kelime, senin gibi bir kelime.

             Senin özgürlüğün benim tutsaklığımdı hep. Hep senin yüzündeki o kutsal ışığı diledim. Ben diledikçe içim daha fazla kanadı. Sen acının ve kaybın olduğu her yerdin. Sermiştim gözlerime seni. Senden gelen ayak seslerinden aşk akıtmıştım geceye.

             Şimdi ise hayat nazire yapıyor. Bize bizle karşılık veriyor ama nafile.

             Gözüm gözüne ilk değdiğinde aramızdaki özlem yolunu bildi ve kalbime seni sorduğumda dedi ki: “Seni sevmenin ateşi cennettir.” Kalbimin dediğine inandım. Ama aşkın beni şaşkın bıraktı ve uzak kalışın beni uyutmuyor. Gözyaşlarım akıyor sen hicrandayken. Beni unuttun mu yoksa hatırlıyor musun diye? Ve ömrümde seni sevmekten şikayet etmem. Aşkım ne kadar yaksa da seni seven ve sana aşkını benden daha çok koruyanı kıskanırım.

             Ömrüm boyunca aşktan çekindim. Aşkın hikayelerinden ve sahiplerine çektirdiklerinden hep korktum. İçinde hep gözyaşı, feryat figanalar olan ne çok hikayeler biliyorum. Ama bilmiyordum ki en hazin göz yaşları ile yazılan hikayenin kendi hikayem olduğunu. Ömrüm boyunca “Ne özlemi ne de özlemin gecelerini kaldırabilirim. Ne de kalbim buna dayanabilir.” Diyordum. Senin gözlerinse bambaşka. Kalbimi benden alarak sana aşık olmamı emrettiler. Ve böylece kendimi aşkın içinde erirken buldum.

              Bazen kalemde hamuş olur, lal olan kağıda dökemez kelimelerin aşka bürünmediği hallerde. Bazen bir söz yapışır yüreğinize, üstelik her bir harfi közlere rüzigar bir söz. O cennet saflığından süzülen bir söz gülümsetir gönlünüzü: “ne güzeldir beklenen gelecekse, yolda gözleri, kulağı haberde beklemek.” Bir cümle yazdığında sevdiğine, sevdiğinin ise defalarca okuyup, her okuduğunda ayrı manalar çıkaracak kadar yoğunsa hassiyeti. Vw sözün tılsımı bir nehir gibi akmaya devam eder: “ ne mutlu sevilene… Ey yar, özlemin bir adı da gözleri yola düşürmekse bil ki sen gelmeden önce seni görecek gözleri adımlarına inci diye serdim. Aşkın bir anlamı da feda değil miydi? Bir çift gözü gelişine feda etmemi çok görme, ben seni gönül gözümden sevdimişim. Ömrüm yaşlanmış, yüreğim yaşarmış değersin be Yusuf’um değersin. Seni anlık görenler parmaklarından oldular, ben dünya ve ahiretlik sevdam için canımdan olmuşum çok mu!

             Ah Yusuf ah! Seni bir an gören parmağını kesti de yine de doymadı sana bakmaya. Anın açlığı da ömrü gibi kısa olur. Ya ben ne yapayım? Anım asırdır iflah olmaz. Yaram dermansızdır saran olmaz. Tenden de geçtim senden de ancak sevda öyle bir dert ki hırsız misali kovsan gitmiyor, çağırsan gelmiyor. Beni intiharlardan vazgeçiren yüzün, şimdi neden haram bana? Söyle Yusuf söyle!

             Yüreğimi tevbe ile yıkadıkça dışım kirlendi. Nil’e dokundum, masmavilik kızılcığa büründü. Beni hangi su aklar? Hangi cüzzamlı uykularda gömülüdür düş yetimi sevdam? Sök ey kader yazılarımı. Savrulsun çölün hiçliğine harflerim. Günahkar bir kadının acılarını hangi bakış süzer? O halde susmalıyım. Susmak ölümü çağırmak değil midir? Gel ölümcül sevdam, birlikte gidelim Yusuf’suzluğa.

              Aşkı ten sanıyordum, teni ise sen. İman nedir bilmezliğimle çokça günah biriktirdim. Bıktım dünyadan, düştüm düşlere. Aşkı yaşamayan bir kadının tek tesellisi değil midir gerçeğe masal kadar uzak düşler? Düştüm. Rüyalara düştüm. Düştüm. Yerlere düştüm. Ne kocam tuttu ne de gözdelerim tuttu ellerimden. Elimi tutan sadece aşktı, aşk. Görüntü değil. Ten değildi tutan, tuttuğu kadar yakan eldi. Sendin tutan. Sen de bilimiyordun kimi neden yerden kaldırdığını. Uyandım. Düştüm mermer zemine. Ah feryadım düştü dehlizlere. Yan odadaki hizmetçim uyandı da yataktaki kocam uyanmadı. Düştüm aşksızlığa. Düştüm. Gözlerime kaçan kirpiğe tutundum.

               Gözlerini hep gölgeler oyalamasın. Gölge oyunu gün batımı ile sona erer, geriye kalan acımtırak bir hüzündür. Hüznünü sev, tek içsel gerçeğin hüzündür. Aşk hüzündür!

               Aşkım yeter, tenimin kafesiyle düştüğüm kuyudan aşkımın tüyleriyle yükseleyim.

               Aşkım yeter, tenimin beni hapsettiği zindandan aşkımın kanatlarıyla geçip gideyim.

               Aşkla var olduğum yerde yine aşkla yok olayım.

               Rabbim, acıya razıyım ama gözyaşım bende kalsın.razıyım yoklukta var olayım.

               Yitirdikçe bulayım. Öldükçe doğayım.

               Canım çekildikçe aradan saf aşktan ibaret kalayım.

               Kelimelerin çarmıhında döndüm birkaç kıyametlik mesafede. Kıyamet arefesidir aşkta sürgünlük. Sürgünlüğüm apayrı bir mana kazanıyor. Konukluğumun garip bir menzilindeyim. Garipliğin hiç bu kadar sevimli gelmemişti bana. İçimdeki göğümden Yusufcuklar havalanıyor, ona giden yollarda. İçimdeki zindanlardan gül yüzlü Yusuf hürriyetine kavuşuyor. Ona giden yollarda, bir lütuf olan şehrime sultan olmaya gidiyor. Bir yusufçuk oluyorum kendi göğümde, bir Yusuf oluyorum şehrimde. Hiçbir iz kalmıyor kuru gürültülerden, ses anlamlı bir söze dönüşüyor hepten.

               Gözyaşlarımı damla damla nil’e akıtıyorum. Titrek parmaklarımla yırttığım gömleğe dokunuyorum. Nasıl mıyım? Sorma Yusuf sorma! Heyhat! Hayat üzerüme kefenini örtmüş de ben buna Yusuf sevdası adını vermişim.

                Ben seni ifşa etmedim Yusuf. Gözyaşlarım dile gelir korkusuyla hep içime akıttım seni,hep içime. Sen bir kuyuya atıldın bense doğduğum günden bu yana Yusuf kuyusundayım.

                Ben hüznümü  pazara çıkarmadım her ne kadar saray koridorlarında adım şirrete çıksa da. Ben sevdamı içimden bile sakındım, sakladım ismin şehir sokaklarında çirkef diye okunsa da. Ahlaksız diye anıldım evlerde. Dedikodular benimle başladı, son noktası yine ben oldum. Acuze dediler aldırmadım. Kıs kıs arkamdan güldüler, zoruma gitmedi. Herkesin ne dediği, ismimin nasıl anlatıldığı umurumda değildi. Senin yüreğini makamım bildim. Kim nasıl tanımlarsa tanımlasın. Söyle! Yusuf sen beni hangi kelimelerle tarif ederdin?



                 Yusuf, züleyha’dan gelen mektupları hiç cevaplamadı. Sadece taş duvarlara bakarak mırıldandı:

                 “ey Züleyha! Ey şeb-i yelda yüzlü! Bir hıçkırık çiz gözlerine ki ağlayışlarının nemi hiç kurumasın. Sükutun nabzından hiç el değmemiş çığlıklar kopar. Kopsun kıyamet. Hiç kimse aşkın masalınatemize çekemez iç kırıklıklarını.”

                  Aşk iffet demekti. Sonra iffetli olana sure sure, ayet ayet aşk okumaktı dilsiz dudaksız. Ser kalbine vuslatın seccadesini. Yüreğimde okunmamış bir ayetsin, oku beni!

                  Ah Züleyha! Bütün saraylar zindandır şimdi. Biliyorum. Ve hiç kuyudan çıkıp gelmez beklediğin ah! Bu biten günle beraber sen de gözlerini yum. Ayrı düşmek değil midir zaten ölümün diğer bir adı?