29 Nisan 2012 Pazar

Azrail'in Güzelliği


Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra...


Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla
karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek
özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size
... nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam
vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına
gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı
bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım.
Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün
diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi
gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için
İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi
şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz
bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.
Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap
bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken,
hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen
cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza
yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine
güçlükle konuşarak:


-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.


-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü,
ahireti anlatmıyorsunuz?"


Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında
oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine
tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."


Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını
salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve
saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler
"hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün
ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta
kala:


-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"


-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O
anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."


O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için
Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir
iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi
telefon ederek:


-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar
inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının
sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça
ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son
nefeste "Muhammed" diyemezsem?.


İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve
eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde
morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma
gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine
sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.


Ertesi gün O'na:


-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin


Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da
sordu:


-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"


-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı
bir prens gibi gelecektir."


Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak
vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece
kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni
görünce yanıma gelerek:


-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!"
dedi ve devam etti:


-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması
imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz
kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet
getirerek vefat etmeden biraz önce de:


-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!..


28 Nisan 2012 Cumartesi

Mahzun Ayasofya













Tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde yepyeni bir devrin kapısı açılmıştır. O gün Kâinatın Efendisi’nin (asm) bir mucizesinin tahakkuk ettiği gündür aynı zamanda: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel bir kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur.” (Kenzül Ummal 14/219, Müstedrek-ül Hâkim 4/422.) güzel kumandan ve güzel ordusu İstanbul’a Salı günü dahil olur... 


Fatih’in Ayasofya kilisesine girince ‘Secde-i şükrân’a kapandığı ve ondan sonra da iki rek’at namaz kıldığı ve ilk ezanın da işte o sırada okunduğu rivayet edilir: Artık Ayasofya katedral değil camidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun azametli devrinde riayet edilmiş eski bir an’ane vardır: Ordu içeri girip burçlara bayrak çekilirken, surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camide kılınır. Kilise devrindeki ismini fetihten sonra da muhafaza eden ‘Ayasofya Camii’ işte bu sebepten dolayı İstanbul fethinin en büyük sembolüdür. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesi üç günde tamamlanmıştır.


LÂNET DUASI


Ayasofya camiye çevrildikten sonra, Sultan Fatih Muhammed Han buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımlı olması için 62 vazifeli tayin etmiştir. Artık yaklaşık beş yüz sene burada mukaddes vazife ifa edilecektir. Hazret-i Peygamber (asm) harika mucizesiyle 800 sene evvelinden İstanbul’un fethini haber verdiği gibi; Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de kendisinden 500 sene sonra Ayasofya’nın puthaneye çevrileceğini kerametvâri bir nazarla görmüş ve bunu yapanlara lânet duası etmiştir. Fatih vakfına ait vakfiyede şunlar yazılıdır: 


“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fasit bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kasteder ve aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister, yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyen la’neti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenlerindir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekeratı, kıyamet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, Âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah’a aittir.”


“KAHROLSUN GÂVURLAR”


450 sene sonra... İstanbul işgal altındadır. Sultan Vahdettin Han Hazretleri, İngilizlere dostmuş gibi gözüküp Anadolu’da milli mücadelenin teşekkülü için var gücüyle çalışmaktadır. Bir Fransız taburu Harbiye nezaretinden aldıkları izinle Ayasofya’yı teslim almak için harekete geçmiştir. Lâkin gizli bir emir Binbaşı Tevfik Bey’e ulaşır. Tevfik Bey hayatını ortaya koyar ve Fransızlara Ayasofya’yı teslim etmez.
Anadolu’daki milli mücadele avn-i İlâhî ile zaferle neticelenmiş, Sultan bu saadetli günü Ayasofya’da dua ve şükürle geçirmek ister. Ayasofya hınca hınç doludur. Tablo, muhteşem ama bir o kadar da mahzun bir tablo. Ecnebî Sinyor Piyetro Quaroni anlatıyor:
“Mihrabın yanında bu mü’minler kalabalığının önünde O, tek başına duruyordu. Başında gri bir kalpak vardı. O... Majeste Altıncı Mehmed... Osmanlıların İmparatoru, mü’minlerin emiri, zıllullahi fi’l-arz, krallar kralı, sultanlar sultanı, âlemdeki hüsrevlere taçlar dağıtan ve daha nice unvanlara sahip sultan... Cemaat halinde eda edilen İslâmî ibadet, yani namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. Bütün mü’minler hep birlikte secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda, kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir. Ulemâdan bir zat minberde birkaç basamak yükseldi. Ben uzaktan onun sadece ak sakalını ve kocaman beyaz sarığını görebiliyordum. Kulaklarım ara sıra bir kelimeyi farkedebiliyordu. Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum. Ve hutbe biter bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi:


“Kahrolsun gâvurlar!”
Ve şu anda kendimi yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben, itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım:


- Kahrolsun gâvurlar!
Birdenbire bir komutla camide ince bir yol açıldı, Sultan, Ayasofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim: Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hâlâ bükülmüş, avuçları hâlâ kıbleye doğru açıktı. Yüzü çok sararmıştı; İstanbul hâlâ işgal altındaydı...” (Ayasofya, Hüseyin Yılmaz, Timaş Yay., İstanbul 1991.)


VE KARANLIK YILLAR... 


Ayasofya 24.11.1934 tarihli ve 2/1589 sayılı, Resmi Gazete’de neşredilmeyen, kanunlar ve o zamanki anayasa karşısında hiçbir geçerliliği olmayan bir Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Bundan böyle, o uğruna pek çok şey feda edilen, adına destanlar, şiirler yazılan; padişahlara, imparatorlara mabed olan, fethin sembolü Ayasofya bizim değildir. Biz Ayasofya’yı, Ayasofya bizi kaybetmiştir artık. Ayasofya ile birlikte kaybolan özümüz, imanımızdır...
Ayasofya mahzun, içinde namaz kılınmadığına... Ayasofya mahzun; Fatihler, Akşemseddinler yetişmediğine.. Ayasofya mahzun, hafızların sesini işitmediğine... Beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine kendisini tekrardan çevirecek nesillerin henüz gelmediğine mahzun Ayasofya...


24 Nisan 2012 Salı

ROCKFELLER + GDO + BİYOLOJİK HASTALIKLAR



2. Dünya savaşından bir süre önce bir aile, diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan "kara altın petrol"e dayanıyordu. Bu aile ile ilgili olağan dışı olan ise, ailenin sadece petrole değil, başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji, ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir. 




----------------------------------Bu Çalışmanın Amacı: GDO -----------


Bu kitapta ele alınan ana konu olan "genetiği değiştirilmiş organizmalar"; ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir. Savaşın Amerikan zaferiyle bitmesiyle başlayan 30 yıllık güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir. Ancak işin maliyeti, tüm dünyayı etkilemiştir. 


Kalıtım Mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için, 2. Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün, dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir. 
George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı "yeşil devrim" sayesinde, Petro-Kimyasal Gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. 


Yüz yılın başında gerçekleşen 4 çok uluslu dev şirket birleşerek, dünya üzerinde çoğu insanın temel besinlerinin; pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuğun kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir. Dört özel şirketin üçünün, Pentagon'la kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. 


"Amaçları: Mutlak Dünya Hakimiyeti Kurmaktır" 
--------------------------------------------


Mayıs 2003'de Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında, ABD başkanı, GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi. ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünya'nın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel planın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi. 


Her ne kadar Almanya, Fransa, Yunanistan ve Avusturya gibi AB ülkeleri, diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine, sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalarda, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'nin toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı. 


ABD ve İngiliz ordularının, Irak'ı işgaliyle birlikte Washington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları, ABD Tarım Bakanlığı'nın bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. Rockefeller ailesinin İlk büyük çaplı deneyi, 90'ların başında yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de gerçekleşmiştir.. 


Tarımsal verimlilik ve Dünya'nın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kar yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler, kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para, onların yaratmaları ya da yok etmeleri için bir araçtır. 


Amaçları, daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi "mutlak dünya hakimiyeti"dir. Kontrol edilmezlerse, 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi, büyük önem arz etmektedir..


Erken GDO Araştırmaları ve Baba Bush 


İlk GDO düzenlemeleri Reagan'ın idaresinde başlatıldı ve DNA ve RNA araştırmalarında, ABD zaten bir numaraydı. Bu dönem de hükümet biyo-teknoloji ve tarım işlerinde aşırı bir partizanlık gösterdi. 
Sağlık ve güvenlikten sorumlu pek çok hükümet mercii görevlerinde başarısızdı. ABD'deki ilk GDO ürünü piyasaya sürüldüğü zaman Reagan idaresi, kapılarını, kalıtım güdümleme (hileli yönetimle) ilgilenen Monsanto ve diğer özel şirketlere açmaya hazırlanıyordu. Bu konunun kilit ismi sonradan başkan seçilecek olan eski CIA başkanı George Bush'du. 


"Monsanto" ve "Özde Denklik" Dolandırıcılığı 


1986'da Bush, Monsanto şirketinin yöneticileriyle Beyaz Saray'da stratejik bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Eski Tarım Bakanlığı görevlisi Claire Hope Cummings'e göre gazetelere yansımayan bu toplantının amacı, ortaya çıkmakta olan biyo-teknoloji endüstrisinin "denetimsizleştirilmesi" idi. Monsanto'nun daha önceleri de hükümetle ilişkileri olmuş, Vietnam savaşı sırasında Turuncu Madde isimli ölümcül bir bitki ilacı üretilmişti. Ayrıca uzun bir rüşvet, dolandırıcılık ve örtbas sicili bulunmaktaydı. 


Dr. Pribly o zaman Ulusal Gıda ve İlaç İdaresinde (FDA) çalışan 17 hükümet bilim adamından biriydi ve çalışmalarından biliyordu ki, bir bitki hücresine yeni bir gen yerleştirildiğinde istemeden de olsa, yeni zehirler (toksin) ortaya çıkabiliyordu. 1992'de Bush, Pandora'nın kutusu (GDO) açmaya hazırdı. Başkan GDO gıdalarının diğer sıradan bitkilerle (mısır, soya fasulyesi, pirinç ve pamuk) "özde denk" olduğunu bildirdi. "Özde denk" olan bir gıda için, hormon veya zehir testleri yapmaya ne gerek vardı? Birçok konuda hükümetin düzenleyici kurumları, yeni ürünün zararlı olmadığına hükmederek, sadece gerekli bilgileri onlardan temin ettiler ve bu kurumlar asla dev şirketlerin üstüne gitmediler. 


GDO Projesine Düşen Bomba 


110 günden fazla bir süre GDO'lu patateslerle beslenen farelerde, gözle görülür bir farklılık oluşmaya başladı. Aynı deneyde, normal patatesle beslenen farelere göre daha küçük ve kilo olarak da daha zayıflardı. Asıl dehşet verici durum deneklerin, kalp, beyin ve ciğerlerinin de küçük olmasının yanı sıra bağışıklık sistemlerinin de zayıflamış olmasıydı. Pusztai, bu durum karşısında çok tedirgin olmasına rağmen, TV'de yayınlanan bir program öncesi son verileri açıklamadı. Daha sonradan yaptığı açıklamada, halkı paniğe sevk etmek istemediğini belirtti. 


Clinton, Blair ve "Politik Bilim" 


Pustzai'in bulguları, karanlıkta kalmış gerçekleri su yüzüne çıkardı. Rowett'teki eski iş arkadaşları, Pusztai'nin, James tarafından susturulma emrinin, Başbakan Blair'dan geldiğini bildiklerini söylediler. Blair, ne pahasına olursa olsun Pusztai'nin susturulması emrini vermişti. Blair'e de bu komut, ABD Başkanı Clinton'dan gelmişti. James de, işini ve kuruluşun alacağı mali desteği kaybetmemek için, eski meslektaşını bir kalemde siliverdi. 


Orskov'un elindeki bilgi bomba niteliğindeydi. Demek ki gizli bir şirketin menfaatleri, Amerikan ve İngiltere Başkanı'nı seferber edebiliyordu. "Monsanto"nun bir telefonu, dünyanın önde gelen bilim adamlarının saygınlığını yok edebiliyordu. Bu GDO'nun, dünyada hızla yayılmasına önayak olabileceği gibi, bilimin, gelecekteki bağımsızlığına ve akademik özgürlüğüne gölge düşürebilirdi. 


Kurnaz Rockefeller 


ABD Başkanı olabilmek için yanıp tutuşan eski New York valisi Nelson Rockefeller, o dönemin güç oyunlarında en belirleyici figürlerden biriydi. Nelson Rockefeller, kardeşleri David, Laurance, Winthorp ve John'la birlikte pek çok vakıf ve vergiden muaf dernek yönetiyordu. Ekonomik buhranın etkili olduğu 70'li yılların başlarında, bazı nüfuzlu ailelerdeki belli kişiler, ABD'nin küresel politikalarında önemli değişiklikler yapmasına karar vermişlerdi. Rockefeller ailesinde politika ve iş dünyasında en ayrıcalıklı kişiler, David ve Nelson Rockefeller'dı. Ailenin güç merkezleri de, 1. Dünya savaşı sonrası New York Belediye Meclisi Dış İlişkiler Konseyiydi. 


Rockefeller, ABD güç merkezini oluşturmaktaydılar. Aile ve aileye bağlı pek çok vakıf, Amerikan tarihi boyunca yönetim, eğitim ve özel sektörde başka bir ailenin olmadığı kadar hâkim olmuştu. Dışişleri Bakanı Kissinger, aile tarafından seçilmiş ve himaye altına alınmış, 1950'lerin sonunda Rockefeller Vakfı'nda çalışmaya başlamıştı. 


Brezinski ve "Üçlü Komisyon"(TC) 


Bu yeni ve üst düzey teşkilatın düşünce yapısı, konseyinkiyle çok benzemekteydi. Yalnızca Avrupa'nın politik elitini değil, David Rockefeller ve Maine'den komşusu Zbigniew Brezinski arasındaki konuşmaların sonucu, artık Japonları da bünyesinde bulundurmaktaydı. Brezinski, Columbia Üniversitesinde Rus Çalışmaları Merkezinde profesörken, Rockefeller vakıflarından yüklüce bağış alıyordu. 


Brezinskiçok yakın bir zamanda yazdığı kitabında, kapalı kapılar ardında yapılacak toplantılarla, Amerikan şirket ve bankalarının, Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'daki elit iş çevreleri ile birleşmesini öneriyordu. 


Brzezinski, David Rockefeller tarafından "Üçlü Komisyon"un başına getirilmişti. Bu komisyon Rockefeller'ın iş ortakları olan birçok uluslararası elitin, finansal ve ekonomik olarak bağlantılı olduğu, politik ağırlıklı eşsiz bir şebekeydi. Amaçları, Rockefellerlar'ın tasarladığı, yine bir komisyon üyesi olan George H.W. Bush'un sonradan söylediği gibi "Yeni Dünya Düzeni"ni kurmaktı. Bunu da 90'lardan itibaren "küreselleşme" diye adlandırdığımız yöntemle yapmaya başladılar. 


Bu konudaki ilk makale, Harvard profesörlerinden Samuel Huntington tarafından "Medeniyetler Çatışması" isimli kitapla kaleme alındı. Bush yönetimi, teröre karşı açtığı savaşları hep bu Medeniyetler Çatışması kitabına dayandırmıştı. 1975'te Huntington'un kullandığı başlık "Demokrasi Kriz"iydi. 
Huntington uyarmaya devam etti: 


"Verimli bir demokratik siyasi sistem, genellikle bazı birey ve gruplara karşı duyarsızlığı ve karışmamayı gerektirir. Gizlilik ve hile, hükümetin kaçınılmaz özelliğidir." 


Kissinger ve Gıda Politikaları 


1973'de Kissinger, ABD'nin tüm dış politika kontrolünü kendi eline almak için girişimlerine başladı. Hem Dışişleri Bakanı hem de Başbakan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Kissinger "gıda"yı, petrol jeo-politikasıyla beraber en ön sıraya koydu. Bu, gerçek durumu, yani artık Amerikan tarım endüstrisinin aile işi olmaktan çıkıp, küresel şirket tarımcılığına dönüşümünü örtmeye çalışan bir kılıftı. Kissinger o dönemde bir gazeteciye, "dünya hâkimiyeti" konusunda şu görürüşü ortaya koymuştu:


"Petrolü kontrol edersen, ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin." 


1974'de Birleşmiş Milletler, Roma'da büyük bir Gıda Konferansı düzenledi. Roma konferansında ABD'nin liderliğinde iki ana tema tartışıldı. Bunlardan birincisi, dünya gıda kıtlığı açısından sözde alarm verici derecede artan nüfustu ki, bu tek yanlı bir tespitti. 


Büyük Tahıl Soygunu 


Sovyetler, Kissenger'la yapılan anlaşma sonucu, 30 milyon ton işlenmemiş tahıl almayı kabul etti. Miktar o kadar yüksekti ki; hükümet, Cargill gibi özel şirketleri de işin içine dâhil etmek zorunda kalmıştı. Bu da Kissinger'ın planının bir parçasıydı. O'na göre:


"Tarım, Tarım Bakanlığı'nın ellerine bırakılmayacak kadar önemliydi." 


Sovyetlere yapılan bu satış o kadar büyüktü ki, tüm dünyada tahıl rezervlerinde azalma yaşandı ve bununla birlikte fiyatlar, birkaç ayda %70 yükseldi. Buğdayın ton fiyatı 65 dolardan, 110 dolara fırladı. Soya fasulyesi fiyatı ikiye katlandı. Bu sırada Hindistan, Çin; Bangladeş ve Avustralya gibi ülkelerde yaşanan ciddi kuraklıklar, rekolteyi düşürmüştü. Dünya bu durumu endişeyle seyrederken, ABD bu umutsuzluktan fayda çıkarmak için çaba gösteriyordu. Sorun tahılın olmaması değil, tamamının Amerikan şirketlerinin elinde olmuş olmasıydı. Bu da yiyeceği, Kissinger için bir silah haline dönüştürüyordu. 20 yıl süresince hiçbir grup, Rockefeller ailesi ve Rockefeller Vakfı'ndan daha belirleyici bir rol üstlenmemişti. 


Nixon'ın Tarım İhracat Stratejisi 


Yiyecek pazarının ABD hâkimiyetinde olması aslında, 1970'lerde Nixon'la beraber başlamış olan uzun vadeli bir strateji planıydı.. 


Birkaç yıl sonra Cargill, Başkan Yardımcısı Walter B. Saunders, New Orleans'ta bir kongrede, "Temel sorun bundan 50 yıl öncesi inanışa dayanmaktadır" dedi. 


Yeşil devrim ve kırma tohumlar, Amerikan şirket tarımcılığına yeni ve kontrollü bir piyasa vaat ediyordu. Roosevelt'in Tarım Bakanı Henry Wallace, seçkin araştırmacılarca desteklenen daha fazla mahsul verecek olan "Pioner Hi-Bred"i kurmuştu. Bu adımla, birçok tohum devinin önü açılmış, genetik tohumların temeli atılmış oluyordu. 


Kısa sürede Rockefeller-Ford yeşil devrimi, Hindistan hükümeti tarafından benimsendi. Kırma tohumlar ve kimyasallar hızla sonuç verdi. Buğday ve pirinçte üretim artışı sağlandı. 


"Silah Olarak Yiyecek" 


"Bu görevin arkasında Jhon D. Rockefeller ve Rockefeller Nüfus Konseyi bulunmaktaydı. Temel düşüncesi 1939'a, Dış İlişkiler Konseyi Savaş ve Barış Çalışmaları Projesi Başkanı Isaiah Bowman'a dayanmaktaydı. Dünya nüfusunun azaltılması ve yiyeceğin kontrolü, Kissinger'ın ana dış politika stratejisi haline gelmişti. Bu, yeni tehditlere karşı bir çözüm, gelişen ülkelerden ucuz hammadde almaya devam etmenin yoludur. 


Kısırlaştır ya da Açlıktan Öl! 


"Dünya çapında nüfus artışı, ABD'nin güvenliği ve deniz aşırı menfaatlerimiz" başlıklı bu notta, nüfus kontrolü, stratejik hammadde ve gıda politikasından bahsediliyordu. Bu gizli proje, Nixon tarafından Jhon Rockefeller'ın tavsiyesiyle başlatılmış, NSSM 200 olarak adlandırılmıştı. 


ABD'nin durumu, daha çok Rockefeller'lar tarafından belirlenmekteydi. Planın ana konusu, nüfusun azaltılması politikalarıydı. Bu acımasız politikaya karşı Katolik Kilisesi, Romanya hariç tüm komünist ülkeler, Latin Amerika ve Asya ulusları tepki gösterdiler. Bu durumda ABD bu projeyi gizli yürütmeliydi. Tabii ki, projenin başında Kissinger bulunmaktaydı. 


Doğal olarak Kissinger biliyordu ki; bu kaynak zengini ülkelerde nüfusun azaltılması konusunda bir çalışma başlatılması halinde, emperyalist ve hatta soykırımcı olarak suçlanacaktı. O da NSSM'in bu amaçlarını saklayabilmek için hilekâr bir propaganda kampanyasına başladı. 


Kissinger, ABD politikasını yürüten elitin öngördüğü zorlayıcı tedbirleri ileri sürmeye devam etti. Açıkça gıda yardımının ulusal gücün bir aracı olduğunu söyledi. Yalın bir yorumla, ABD yardımının "nüfusunu kontrol etmeyen ve edemeyenler" arasında pay edilmesini önerdi. Bu belgenin "çok gizli" olarak saklanmasının sebebi de buydu: Kısırlaştır ya da açlıktan öl. 


Nelson Rockefeller'in Planı: ABD'nin Resmi Politikası 


Kissinger iktidardaydı ancak başkan tarafından değil Rockefeller tarafından o mevkiye atanmıştı. 1955'te Nelson Rockefeller, onu Dış İlişkiler Konseyi'nde çalışma direktörü olarak işe almış, bundan bir yıl sonra Rockefeller Kardeşler Vakfı'nın, Özel Çalışma Projeleri Direktörü olmuştu. Sonra da Rockefeller'ların bir çalışanı olan Nancy Maginnes ile evlenerek bağlantılarını iyice kuvvetlendirmişti. 
Kasım 1975'te Nixon'ın gizemli Watergate ilişkisi ortaya çıktığında bazıları bunun Kissinger ve Alexander Haig ile beraber çalışan Nelson Rockefeller'ın siyasi hırslarının bir entrikası olabileceğinden şüphelendi. Nixon'ın halefi Gerald Ford, Nelson Rockefeller'ı yardımcısı olarak atadı. Rockefeller artık hayalini kurduğu ABD başkanlığının bir kalp atışı uzağındaydı. Nelson'ın eski dostu Kissinger'de, Dışişleri Bakanı'ydı. 


Kasım 1975'de Başkan Ford, Kissinger'ın NSSM 200 planını ABD'nin resmi dış politikası olduğunu beyan etti. Sonraları Kissinger'ın yerine ulusal güvenlik danışmanı olarak iş ortağı da olan Brent Scowcroft atandı. Scowcroft, Kissinger'ın NSSM 200 taslağını, vazifeşinas bir şekilde imzalaması için yeni başkana götürüyordu. Kissinger, dışişleri bakanlığına; Nelson Rockefeller'de, başkan yardımcılığına devam etti. ABD artık nüfus azaltımı işine giriyordu ve gıda bu işte büyük rol oynayacaktı. 


Rockefeller: Soy Arıtımını Destekliyor 


JDR III, Frederick Osborn, Henry Fairchild, Alan Gregg gibi soy arıtım ve ırk bilim teorisyenleri arasında büyümüştü. O ve sınıfındakiler için kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin nasıl yaşayacağına, karar vermek doğal bir şeydi. Onlar, insanları en iyi soyu elde edebilecekleri bir koyun sürüsü olarak görüyorlardı. 


Rockefeller'ın Karanlık Sırları 


Zengin bir Amerikalı olan Andrew Carnegie: "Servet, küçük miktarlarda halka dağıtmaktansa, ırkımız için daha büyük bir potansiyele dönüştürülebilir" demişti. Bir anlamda para, onu iyi kullanmayı bilen zenginlere aitti. 


Yeni kurulan Rockefeller Vakfı hedefini; Dünya üzerinde insanlığın yararına katkıda bulunmak olarak belirlemişti. Neyin insanlık yararına olduğuna Rockefeller ailesinin karar vereceğini eklemeyi ihmal etmişlerdi. En başından beri aile, sürüden zayıfları seçip çıkarmak veya sistematik olarak kalitesiz türleri elemeye odaklanmıştı. 


En İyi Tür: "Soy Arıtımı" 


Rockefeller Vakfı'nın yaptığı ilk hayır işi projesi New York Cold Spring Harbour'daki Soy Arıtım Kayıt Ofisi ve Amerikan Soy Arıtım Derneği'ni maddi olarak desteklemek olmuştu. Harriman ailesinden sonra Rockefeller, en büyük bağışçı olmuştu. Soy arıtım sahte bir bilimdi. İsmi ilk kez İngiltere'de Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton tarafından kullanılmış ve Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabından alınmıştı. Rockefeller, Carnegie ve diğer bazı zenginler, 1920'de "Sosyal Darwinizm" adını verdikleri, servetlerin birikimini haklı gösteren, üstün ırkın hayatta kalıp güçsüzün ölmesinin ilahi kanıtı olan Malthusyan fikre inanmışlardı. Alman araştırmalarını, Rockefeller Vakfı idare ediyordu. 


"Aile Planlaması" ve "Gizli Soy Arıtımı" 


Soy arıtımı, JDR III'ün nüfus fazlası takıntısı sayesinde kurulmuştu. JDR'in muazzam etkisi ve Rockefeller Vakfı'nın bilimsel araştırmaları desteklemek için kullandığı devasa mali gücü düşünüldüğünde bu takıntının, ölümünden sonra bile muazzam sonuçları olacaktı. JDR III, Malthus'ın sözde bilimi ve nüfusun patlayacağı korkusuyla yetişmişti.. 


Kissinger'ın NSSM 200 projesini de şekillendiren nüfus kontrol lobisi, Rockefeller Vakfı bağışlarının etrafında toplanarak, aile planlaması adıyla, halkı ikna edici politikalar üretiyordu. 


Rockefeller'ın Teşvikiyle: "Yeşil Devrim" 


Artık aile yatırımlarını, petrolden tarıma döndürmeye başlamıştı.. 1941 Martında henüz ABD'nin savaşa girmesine 9 ay kala, Lourance Rockefeller, Latin Amerika'daki İngiliz finans baskısından faydalanarak Kolombiya'daki Magdelana Nehri kıyısında 1,5 milyon hektar arazi satın aldı. Nelson da, Venezuela'da bir zamanlar Simon Bolivar'a ait olan büyük bir çiftlik aldı. CIA'in o dönemde raporlarında geçtiği üzere, İngiliz portföyünde bulunan bu topraklar çok değerliydi ve elde edilmeliydi. 


Rockefeller ailesi ve Rockefeller Vakfı, nüfus ve küresel gıda konularının Dışişleri Bakanlığı'na anlatılmasında, bazı ufak sorunlarla karşılaşıyordu. Aile ve aileye yakın müttefikleri, New York'taki CFR'de önemli koltuklarda oturmaktaydılar. Rockefeller grubu, bakanlık üzerinde çok büyük bir nüfuz kullandı. 1952'den 1979 Başkan Jimmy Carter dönemi sonuna kadar burada görev alan herkes, Rockefeller Vakfı'nın önemli isimlerindendi.. Rockefeller'ın teşvikiyle yeşil devrim, hızla petrol ve askeri malzeme kadar önemli bir ekonomi stratejisi haline geliyordu. 


"Yeşil Devrim" Kapılarını Açıyor 


Rockefeller'ın, Meksika'da başlattığı yeşil devrim, 1950 ile 1960 arasında tüm Latin Amerika'ya yayılmıştı. Bundan kısa süre sonra Rockefeller'ın Asya'daki şebekelerinin desteğiyle, Hindistan ve başka yerlere de girdi. Devrim, gelişmekte olan ülkelerde gıda kontrolünü ele geçirmek için gizli yapılmalı ve bu hareket, serbest piyasa yanlısı, komünizm karşıtı faaliyetler olarak gösterilmeliydi. O günlerin en büyükleri ABD şirketleriydi. Bu noktada olmalarının nedeni de, 1960-70 arası yeşil devrim sayesinde melez tohumların yaygınlaşmasıydı. Tarım küreselleşirken, Rockefeller'da bu ilerlemeyi şekillendirmekteydi. 


1950'lerde Rockefeller Vakfı'ndan Norman Borlaug, Meksika'ya gelerek melez, pas tutmaz buğday ve melez mısır tohumları üzerinde çalışmalara başladı. GDO'lar ise bu çalışmalardan birkaç on yıl sonra gelecekti. Tarım ve biyolojinin perde arkasında Rockefeller, yeşil devrimin 50'ler ve 60'lar boyunca hesaplanmış stratejilerinin peşinde koşuyordu. 


Yeşil devrimle başlayan küresel gıda kontrol süreci, birkaç on yıl sonra "kalıtım devrimi"yle tamamlanacaktı. Ancak şaşırtıcı olmayan her iki devrimde de, başrolde Rockefeller ailesi ve onlara yakın çevrelerin bulunuyor olmasıydı. 


1966 yılında geniş fonlara ait başka bir vakıf Ford Vakfı, Rockefeller'a katıldı. Yine vergiden muaf Ford Vakfı da, Rockefeller gibi hükümetle içli dışlıydı. İstihbarat ve dış politika gibi önemli konularda hükümetle bağlantıları vardı. Ford kaynaklarıyla beraber Rockefeller'ın yeşil devrimi, adeta vites artırarak yoluna devam edecekti.. 


Rockefeller: "Şirket Tarımcılığı"na Yöneliyor 


Rockefeller kardeşler, bir yandan işlerini petrolden, tarıma kaydırırken, öte yandan Harvard Üniversitesi'nde gıda üretiminde merkezi kontrolün sağlanması üzerine çok az kimsenin farkında olduğu bir araştırma yürütüyorlardı. Yaratıcıları, geleneksel tarımdan ayırt edebilmek amacıyla ona "şirket tarımcılığı" adını vermişlerdi. Şirket tarımcılığı ve yeşil devrim el ele yürüyorlardı. Bir süre sonra devreye girecek olan genetik uygulamalar da planın bir parçasıydı. 


Harvard projesi ve şirket tarımcılığı, büyük Amerikan gıda üretim devrimi planının bir parçasıydı. Gıda endüstrisini egemenliği altına alması 40 yıl sürecekti. Bir profesör olan Ray Golberd, "gen değişimli şirket tarımcılığı devrimi"yle ilgili olarak; "küresel ekonomi ve toplumu değiştirmek için insanlık tarihinin görmüş olduğu en dramatik olayıdır" demişti. 


"Tüm Çiftçiler Nereye Kayboldu?" 


Hükümet düzenlemeleri, gıda güvenlik standartları ve tekel yasaları gevşedikçe, özellikle "Reagan-Bush dönemi"nde geleneksel tarımın yaşadığı dönüşümü, sıradan bir tüketicinin anlaması zor hale gelmişti. Pek çok insan, hâlâ çiftlikten geldiğini sanarak, mahalle marketlerinden güzel ambalajlanmış sığır ya da domuz eti almaya devam ediyordu. 


1980 ve 90'larda geleneksel çiftçiler, topraklarını ve sürülerini terk etmeye zorlandıklarında, şirket tarımcılığı hemen bu boşluğu doldurdu. İşin dramatik boyutu, kurnazca hazırlanmış istatistik raporlarında, geleneksel yapının, genişleyerek dev kurumlar haline dönüştüğü şeklinde saklanmıştı.. 


Bilim Üzerinde: İnanılmaz Etki 


Rockefeller Vakfı'nın 1930'lardaki Başkanı olan Warren Weaver, bir fizikçiydi. O ve Max Mason, Vakfın yeni biyoloji programını yönettiler. Araştırma projelerine kaynak sağlamakta gösterdiği cömertlik, yalnızca şiddetli kıtlığın yaşandığı bir zamanda, lider konumdaki bilimsel araştırmacılara dağıtacak kaynakları olması gerçeği ile birlikte Vakf'a, "Büyük Çöküş" sırasında bilim üzerinde inanılmaz bir etki kazandırdı. 


II. Dünya Savaşı sırasında, Weaver ve Rockefeller Vakfı, moleküler biyoloji alanında yapılan tüm uluslararası araştırmaların merkezindeydi. 3 Rockefeller Enstitüsü (bugün Rockefeller Üniversitesi) bilim adamı Avery, MacLeod ve McCarty, bir genin bir bakteri hücresinden diğerine iletimini tanımladılar. Onların meslektaşı ve daha sonraları ise Rockefeller Üniversitesinin önemli bir araştırmacısı olan genetikçi Theodore Dobzhansky, o dönem büyük bir heyecanla şunu ifade etti: 


"Özel uygulamalarla, özel mutasyonlar yaratma vakalarıyla uğraşıyoruz. Geneticiklerin yüksek organizasyonlu organizmalarda sonuç alamadan çalıştıkları bir başarı bu." 


Yine 1941'de Rockefeller'in bilim adamları, genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla Gen Devrimi'nin gelecekteki gelişimi için gereken temelleri atıyorlardı. 


"Yeni Atlantis" ve "Aydınlanma" Düşünceleri Altında: Proje 


Rockefeller Vakfı, toplumun kendi sorunlarını çözmek için bilimsel keşifleri beklemesi gerektiği ekonomik ve politik sistemleri kurcalamanın gerekmeyeceği fikrini yaymak için, kaynaklarını ve kayda değer sosyal, politik ve ekonomik bağlantılarını kullandı. 


Proje, Bacon'un doğanın yasalarının ve bilimsel teknolojik ilerlemenin üstünlüğüne dayalı sorunsuz bir topluma ait "Yeni Atlantis" ve "Aydınlanma" görüşlerinin genel ruhunun etkisi altındaydı. 


Auckland Üniversitesi'nin emekli kıdemli öğretim üyesi ve bir biyolog olan Dr. Robert Mann, Rockefeller'in indirgemeci basitleştirmesinin olası sosyal tehlikeleri nasıl yadsıdığıyla ilgili olarak gerçekten bir sorun olduğunu vurguladı: "Açıkça görülmektedir ki genetik mühendisliği ile ilgili risk analizi çalışmaları çok yanıltıcıdır." Mann, ayrıca şunları belirtti: 


"Canlı bir hücrenin sistemi, hiçbir virüs ya da yabancı plazmid (prionlar öyle dursun) yayılmamış olsa bile, bir nükleer reaktörden kıyas kabul etmez biçimde daha karmaşıktır. Kötü biçimde saplabilecek yan yolların çoğunun hayal edilme olasılığı yoktur.... Gen iliştirme çalışmalarının çoğu sonuç vermez; bazıları istenen sonucu verebilir, ancak tıpkı nükler güçte olduğu gibi yapılacak bazı büyük hatalar, bu yaklaşımın bilime ve yaşama uygulanmasını önleyecek şekilde değerlendirmemize nedene olabilir." 


"Plazmidler" ve "Tanrı"lığa Soyunma 


Prof. Abigail Salyers, prestijli Microbiological Review (Mikrobiyolojik Değerlendirme)'de, genetik bilimi için kullanılan biyolojik malzemelerden "plazmidler" için şu uyarıyı yaptı: 


"Plazmidler, küçük DNA parçalarıdır ... değiştirilmiş genlerin basit öngörülebilir taşıyıcılarıdırlar. Yaygın kanıya göre; bir geni genetik olarak değiştirilmiş bir mikro organizmaya sokmak için kullanılan bir plazmid, aktarılamaz kılınabilir. [bunun aksine] "güvenli" plazmid diye de bir şey yoktur ... hayatta kalabilmek için yanıtlamamız gereken bir bilmece şudur: antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir? Ancak gen jokeyleri; koyuna, insan ve domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmelerinin sonuçlarına dayanarak "Tanrı" gibi görebildiklerini iddia etmektedirler!" 


Mae Wan Ho: "Tamamen Ön Görülmez Sonuçlar Doğar" 


Londra Toplum Bilim Enstitüsü'nün Başkanı olan biyolog Dr. Mae Wan Ho:


"Tamamen yeni genler ve genlerin birleştirilmesi, laboratuvar ortamında yapılır ve bunlar genetik olarak değiştirilmiş organizmalar oluşturmak için organizma genomlarına eklenir" vurgusunu yaptı, şöyle devam etti: 


"Profesyonel GDO bilim adamlarının söylediklerinin aksine, süreç o kadar kesin değildir. Denetlenmesi mümkün değildir ve güvenilmezdir. Genellikle ana genoma hasar verilerek ya da bu genom karıştırılarak, tamamen öngörülemez sonuçlara sahip olarak sona erer." 


Ne Rockefeller Vakfı ne de finanse ettiği bilim adamları ve birlikte çalıştıkları, GDO tarım ticareti sektörü, böyle tehlikeleri incelemek için görünür bir ilgi göstermediler. Dünyayı bu tehlikelerin en az düzeyde olduğuna inandıracakları aşikârdı.. 


1984'te, genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin, doğal ortama bırakılmasının tehlikeleri hakkında Amerika'daki araştırma! Laboratuvarlarında ciddi bir bilimsel uzlaşma yoktu. Ancak, çok önemli şüpheler devam ettiği halde, Rockefeller Vakfı, genetik değişiklik sürecine büyük küresel kaynak ayırmaya karar verdi.. 
Beyaz Pirinç 


Altın Pirinç 


"Altın Pirinç" ve Kuyruklu Yalanlar 


Başlangıçta Vakıf, sanayileşmiş dünyadaki 46 bilim laboratuvarına kaynak sağladı. 1987 itibariyle pirinç genomunu haritalayan, pirinç geni projesi için 5 milyon dolardan fazla para harcıyorlardı. Rockefeller cömertliğinden nasibini alanlar arasında, Zürih'teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü ve Almanya'daki Freiburg Üniversitesi'ndeki Uygulamalı Biyolojik Bilimler Merkezi de bulunuyordu.. 


Vakfın propagandacıları, A vitamini eksikliğinin, gelişmekte olan ülkelerdeki yeni doğan bebeklerde körlüğün ve ölümlerin önemli bir nedeni olduğunu iddia ettiler. BM istatistikleri, dünya çapında 100 ila 140 milyon çocukta, bir şekilde A vitamini eksikliği bulunduğunu ve bunların arasında 250.000 ila 500.000'inin kör olduğunu gösterdi. Bu, tartışmalı yeni genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin ve tahılların kabul edilmesini teşvik etmek için kullanılan duygusal çekiciliğe ait, en önemli insani ilgi hikayesiydi. Her ne kadar söz, kuyruklu yalanlara ve kasıtlı aldatmaya dayanıyordu ise de, Altın Pirinç, genetik mühendisliğin verdiği sözün simgesi ve sözde kanıtı haline geldi. 


2000 yılı itibariyle Rockefeller Vakfı ve İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü, kendilerinin A vitaminli ya da beta-karotenli pirinç olarak adlandırdıkları pirinci üretmek için, nergis bitkisinden iki adet geni, bir bakteri geniyle birlikte başarılı şekilde alarak, pirinç DNA'sıyla birleştirdiklerini duyurdular. 


Vücutta A vitamini üreten beta-karoten (ya da A Vitamini) pirinç tanelerini turuncu renkli yaptığından, başka bir zekice pazarlama hamlesi olarak bu pirince "Altın Pirinç" denildi, zira altın, ne biçimde olursa olsun herkes tarafından imrenilen bir maddeydi. Artık insanlar her gün yedikleri pirinci yiyerek, aynı zamanda çocuklarında körlüğü ve diğer A vitamini eksikliği belirtilerini de önleyebileceklerdi. 


"Altın Pirinç" ve "A vitamini Yalanı" 


Hintli bir biyolojik çeşitlilik kampanyası destekçisi olan Dr. Vandana Shiva, Rockefeller Vakfı'nın Altın Pirinç tanıtımının yürek burkan bir eleştirisinde: "A vitamini üretmek için pirincin genetiğinindeğiştirilmesinin kusuru, diğer A vitamini kaynaklarının gölgede bırakılmasıydı" değerlendirmesini yaptı. Uluslararası Pirinç Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Per Pinstripe Anderson, A vitaminli pirincin, Asya'daki yoksullar için gerekli olduğunu çünkü, "dünyada yetersiz beslenen insanların çok büyük bir çoğunluğuna ilaç götüremediklerini" ifade etti. Shiva şunu ekledi: 


"A vitamini temini için birçok ilaç var. A vitamini; karaciğer, yumurta sarısı, tavuk eti, süt ve tereyağından sağlanır. A vitamininin öncüsü olan beta-karoten, koyu yeşil yapraklı sebzelerden, ıspanaktan, havuçtan, kabaktan ve mangodan sağlanır..." 


Rockefeller Vakfı'nın basın bültenlerinde bahsetmediği, ancak doktorların ve bilim adamlarının bildiği bir şey vardı! Büyük miktarlarda A vitamini aslında "hiper vitaminoz"a, ya da bebeklerde beyin hasarına ve başka zararlı etkilere yol açan A vitamini zehirlenmesine neden oluyordu. 


Ayrıca bir insanın A vitamini payının hepsini karşılamak için günlük olarak tüketmesi gereken pirinç miktarı şaşırtıcıydı ve bir insanın bunu başarması mümkün değildi. Bir tahmin, ortalama bir Asyalı'nın yalnızca gereken en az miktarda A vitaminini alması için, günde 9 kilo pirinç yemesi gerektiğini gösteriyordu. Asya'daki günlük 300 gramlık pirinç tüketimi oranı, günlük ihtiyacın yalnızca % 8'ini sağlıyordu. Rockefeller Vakfı'nın Başkanı Gordon Convvay, bu eleştirilere mahcup bir şekilde şu yanıtı veriyordu: 


"Öncelikle altın pirinci, A vitamini eksikliği sorununa bir çözüm olarak düşünmediğimizi ifade etmek gerekir. Daha çok beslenme açısından meyveler, sebzeler ve hayvani ürünlerle çeşitli kuvvetlendirilmiş gıdalara ve vitamin katkıları için mükemmel bir tamamlayıcı görevi yapmaktadır." Şunu da ekliyor: 


"Halkla ilişkilerin, altın pirinç tanımını çok fazla kullandığı konusunda Dr. Shiva'ya katılıyorum." 


Altın pirinç, biyoteknoloji kullanan genetik mühendislik endüstrisi için büyük bir propaganda aracı olmuştu. 


İngiliz tıp dergisi The Lancet'in editörlüğünü yapan ve çok önemli bir tıp uzmanı olan Dr. Richard Horton: 


"Dünyadaki açlık için teknolojik bir gıda çözümü aramak... yeni yüzyılın ticari açıdan en kötü niyetli boş girişimi olabilir" dedi ancak onu çok az kişi dinledi. 


İlk Kobay: Arjantin 


80'lerin sonlarında genetik eğitimi almış moleküler biyologların, küresel iş ağı oldukça gelişmişti. "Devasa Rockefeller planı", artık devreye girmeye hazırdı. Bu iş için seçilen yer ise David Rockefeller ve Chase Manhattan Bank'ın yakın bağlar kurduğu, Başkan Menem'in henüz seçildiği Arjantin'di. Tarım arazileri ve nüfusu yapısı nedeniyle Arjantin, ilk geniş ölçekli GDO testi için biçilmiş kaftandı. 


2005'te çok daha küçük ama hızla genişleyen GDO ülkelerine, GDO'ları kanunla yasaklayan Brezilya'da dâhil oldu. GDO'ların ekimi o kadar yayılmıştı ki artık kontrol edilebilmesi mümkün değildi. Kanada, Çin, Güney Afrika gibi ülkeler o zamandan sonra yeni programlar yürürlüğe koydular. 


Bunların hemen arkasından, geniş arazileri ve gevşek kanunlarıyla eski Sovyet uyduları; Romanya, Polonya ve Bulgaristan gelmekteydi. Endonezya, Filipinler, Kolombiya, Honduras ve İspanya da belirgin bir şekilde bu yöntemleri uyguluyorlardı. 


Irak'ta: ABD Demokrasi Tohumları(!) 


George W. Bush, Irak işgalini şöyle yorumluyordu: 


"Bizim Irak'ta bulunma sebebimiz, buraya 'demokrasi tohumları'nı ekmektir. Bu 'tohumlar', serpilecek ve tüm otoriteryanizm bölgesine yayılacaktır." 


George W. Bush, "demokrasi tohumları"ndan bahsettiğinde, çok az insan "Monsanto"nun tohumlarını kastettiğini anlayabilmişti. Mart 2003'te ABD'nin işgalini takiben, ülkenin ekonomik ve politik gerçekleri radikal olarak değişti. Irak sadece Pentagon'a gönülden bağlı 130.000 asker tarafından işgal edilmemiş; aynı zamanda işgalcisinin ekonomik kontrolü altına da girmişti. Irak ekonomisi, Pentagon tarafından idare ediliyordu. 


Mayıs 2003'te, Paul Bremer, Geçici Koalisyon Güçleri'nin (CPA) ya da işgalci otoritenin başına getirilmişti. Eski Dışişleri Bakanlığı terörizm görevlisi olan Bremer, sonradan Henry Kissinger'ın kurduğu güçlü danışmanlık şirketi Kissinger Associates'e girmişti. 


ABD işgalindeki Irak, Arjantin'den daha iyi bir fırsattı. İşgal yeni bir tarım sistemini, GDO şirket tarımcılığı etki alanıyla tüm ülkeye sokmaya yardımcı olmuştu. İşgal yönetimi, Iraklı çiftçilere reddedilmesi güç bir teklifte bulunmuştu: "Bizim GD tohumlarımızı alın ya da ölün.." 
Bremer, işgal altındaki Irak'ta resmen olmasa da sivil faaliyetin var olduğu her alanda ölüm ve yaşamın kontrolünü elinde bulunduruyordu. Dikkat çekecek şekilde Bremer, yeniden yapılandırma işinin dış işlerinin sorumluluğu olmasına rağmen, raporlarını, sadece Pentagon'daki eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'e rapor ediyordu. 


Bremer; Irak'ta GDO için Yasal Alt Yapıyı Oluşturuyor


Geçici Koalisyon Güçleri'nin başı olarak Bremer, yürürlükte bir anayasa ya da hükümet olmamasına rağmen, bir dizi kanun tasarısı hazırladı. Yeni kanunların sayısı 10O'dü ve Nisan 2004'te hayata geçirildi. Bütün olarak bu kanunlar, Irak ekonomisinin, ABD mandası altında; serbest piyasa şartlarında yeniden yapılandırılmasını konu ediyordu. Aynı 1990 sonrası Rusya ve eski Sovyetler Birliği'ne dayattıkları ekonomiler gibi. 


Bremer'a, Rumsfeld ve Pentagon'daki planlayıcılar tarafından verilen emirlerde, devlet kontrolündeki Irak ekonomisini, "şok terapiyle" radikal bir açık pazar haline getirmek vardı. Bremer, 30 yılda Latin Amerika'nın borçlu ülkelerinde yapılan değişikliklerin daha ağırını bir ayda Irak'ta gerçekleştirdi" 


Bremer'ın ilk işi, 500.000 kişilik bir işçi ordusu kurmak oldu. Bu ordunun çoğunluğu askerler, doktorlar, hemşireler, öğretmenler, yayıncılar ve matbaacılardan oluşuyordu. Ülkenin sınırlarını kısıtlamasız ithalata açtı. Hiçbir vergi, denetim, tarife, gümrük yoktu. İki hafta sonra Bağdat'a giderek Irak'ın "ticarete açık" olduğunu açıkladı. Ama kimin, neyin ticareti olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. 
İşgalden önce petrole dayalı olmayan Irak ekonomisi, çimentodan kâğıda, çamaşır makinesine kadar her şeyi üreten 200 adet devlete ait şirkete bağlıydı. 


Haziran 2003'te Bremer, bu şirketlerin derhal özelleştirileceğini açıkladı. "Devletin verimsiz işletmelerini, özel sektörün ellerine bırakmak, Irak ekonomisini düzlüğe çıkarmak için esastır" demişti. Irak özelleştirme plânı, Sovyetlerin dağılmasından sonraki en büyük devlet tasfiyesiydi. 


Iraklılar: GDO Tohum Devlerinin Tebası Oldu 


Daha da ötesi bu kanunlarla Irak'taki en radikal dönüşüm olan ulusal gıda üretimi için de yol açıldı. Bremer'ın emrindeki Irak, yeni bir GDO modeli olmak üzereydi. Yalın bir anlatımla, bitki türleri patenti sahipleri (daha çok çokuluslu büyük şirketler), Irak'ta kendi tohumlarının kullanımıyla ilgili mutlak haklara sahip oluyorlardı. 


Koruma altındaki bitki türleri, aslında GDO'lu bitkilerdi. Bu bitkileri ekmek isteyen çiftçiler, teknoloji ücreti ve patentli tohumlar için yıllık lisans parası ödemeyi kabul ettiklerine dair anlaşma imzalıyorlardı. Bu tohumlardan bir kısmını bir dahaki hasat yıllarında kullanmak için saklayan çiftçiler, şirket tarafından ağır cezalara çarptırılıyordu. ABD'de mahkeme tarafından bozulana kadar, "Monsanto" bir çuval tohum bedelinin, 120 katına kadar ceza ücreti talep ediyordu. Iraklı çiftçiler artık Saddam'ın değil, çok uluslu GD tohum devlerinin tebaası haline gelmişlerdi. 


Koruma altına alınan bitkiler, 10.000 yıldır Irak topraklarında yetiştirilenler değildi. Bu koruma çok uluslu şirketlerin, kendi tohum ve ilaçlarının Irak piyasasına hem ABD hem hükümet desteğiyle girebilmesi için gelmişti. 


"Irak Tohum Hazinesi" Yok Edildi 


Irak, tarihsel olarak medeniyetin beşiği olan Mezopotamya'nın bir parçasıydı. Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında, verimli topraklara sahipti. Çiftçiler, tahminen M.Ö. 8000 yılından beri bu topraklarda tarım yapıyordu. Günümüzde kullanılan her tür buğdayın tohumlarını da onlar geliştirmişlerdi. Bunu da, bir miktar tohumu saklayıp tekrar ekerek, "doğal dirençli kırma türler" yetiştirerek başarıyorlardı. 


Iraklılar, bu kıymetli tohumları, sonradan ABD'lilerin yaptıkları işkencelerle adı duyulan Abu Ghraib şehrindeki bir tohum bankasında saklıyorlardı. İşgal sırasında çeşitli bombalamalara maruz kalan bu tarihi ve paha biçilmez tohum bankası yok oldu. 


Bununla beraber eski Irak Tarım Bakanlığı, bu tohumların yedeklenmesi için Suriye'ye örnekler göndermişti. Bu önemli tohumlar halen Suriye'nin Halep şehrinde, Kuru Bölgeler için Tarım Araştırmaları Merkezi'nde (İCARDA) saklanmaktadır. Abu Ghraib tohum bankasının yok olmasıyla birlikte, Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışmanlık Gurubu'nun (CGIAR) bir parçası olan İCARDA, Iraklı çiftçilere yardım etmek için ellerindeki tohumları gönderebilirdi. Ama yapmadı. Bremer'in danışmanlarının Irak yiyeceğinin geleceği hakkında başka plânlan vardı. 


Bremer'ın 81. Kanunu uyarınca, büyük ulus ötesi bir şirket, belirli bir Irak böceğine dayanıklı bir tohum geliştirirse ve Iraklı bir çiftçi de, aynı şeyi yapan bir bitki yetiştirirse, tohumları saklaması yasadışıydı. Bunun yerine Monsanto'ya telif hakkı ödemeye mecbur bırakılıyordu. 


Artık Irak: Dev Şirketlerin Genetik Laboratuvarı 


Kâğıt üzerinde, sadece bu tohumları kullanan çiftçiler, ABD'nin benimsetmeye çalıştığı bu patent kanunlarına uymak zorundaydı. Ama gerçekte Irak, gıda üretim ve geliştirme adına, Monsanto, DuPont ve Dow gibi şirketlerin elinde çok büyük bir genetik laboratuvarına dönüşmekteydi. 


On yıldan fazla bir süre Iraklı çiftçiler, ABD-İngiltere önderliğinde tarım ekipmanları ambargosuna maruz bırakıldı. Ayrıca Irak şanssız olarak 3 yıllık bir kuraklık dönemi geçirmişti ve elindeki tahıl azalmıştı. Yıllar süren ambargo, kuraklık ve savaşın etkileri, Irak'taki tahıl stoklarını 1. Körfez Savaşı seviyesinin altına indirmişti. 2003'e kadar Irak halkı Birleşmiş Milletler'in petrol karşılığı verdiği yiyeceğe bağımlı yaşadı.. 


Artık ABD'nin benimsettiği patent kanunuyla, tohumda tekel oluşturabilecek bir düzen getirilmişti ve hiçbir Iraklı çiftçi bu alanda rekabet edecek kaynaklara sahip değildi. 


GDO Cini: Lambadan Çıktı 


1990'ların ortalarına doğru Dünya Ticaret Örgütü (WT0)ve Washington desteğiyle aynı gen devleri; Monsanto, Dow, DuPont, Syngenta ve birkaç küçük şirket daha patentlenmiş tohumları dünya pazarına saldı. 


1996'da Monsanto, Amerika'dan soya fasulyesi dolu bir taşımayı Avrupa'ya gönderdi. Bu taşımalık etiketlenmemişti ve AB müfettişleri çok sonraları bu taşımalıktaki soya fasulyelerinin Monsanto'nun Arjantin'de yaydığı genetiği değiştirilmiş soya fasulyelerinden olduğunu fark ettiler. Böylece gıda zincirine etiketlenmeden girmiş oldular. AB buna, 1997'nin sonlarına doğru GD ürünlerinin alım satımına uyguladığı bir durdurmayla yanıt verdi. 


2003'teki Irak savaşından sonra George W. Bush, GD tohum üretimini yüksek öncelikli gündem maddesi haline getirirken, Monsanto tarafından yönetilen tohum karteli patentli tohumları, müthiş bir hızla yaymış bulunmaktaydı. Bush'un esas hedefi, sıradaki diğer ana piyasaları GDO istilâsına açmak için GD tohumları alım satımı üzerindeki 1997 AB yasağını kaldırmaktı. 


Gıda ve gıda harici ürünlere eklemlenmiş Bacillus thurigiensisin BT toksinleri dünyada son zamanlarda üretilen GD ürünlerinin %25'inde mevcuttur. Besin zincirinde farelere, kelebeklere ve zar kanatlılara zararlı olduğu saptandı. BT zehiri, yaklaşık 28.600 türden oluşan coleopetra altsınıfındaki haşerelere (böcekler, ekin kurtları ve styloplidler) karşı da diğer alt sınıflardan daha fazla tesir göstermektedir. BT bitkileri, zehirleri kökleriyle toprağa sızdırır ve bu yüzden toprak ekolojisine ve verimliliğine de büyük darbe vurmaktadır. 


Amerikan Çiftçilerinin: Monsanto Köleliği 


Bağımsız tohum bayileri, Monsanto, DuPont, Dow, Syngenta, Cargill ve diğer büyük tarım işletme firmaları tarafından bir bir yutulurken çiftçiler, gittikçe Monsanto ve diğer GDO tohum bayilerine daha çok bağımlı hale getiriliyordu. Amerikan çiftçileri, bu yeni tarz toprağa bağlı köleliğe ilk maruz kalanlardandı. 


2001 yılında Amerikan Yargıtay kararnamesine göre; Monsanto gibi GDO firmaları Amerikan çiftçilerini "tohum kölesi" olmaya zorlayabilirdi. Monsanto, ücretlerini ödemeyenleri, duruşmalarda çok ağır yasal tazminatlarla cezalandırıyordu. Monsanto ve diğer GDO tohum şirketleri, çiftçilerin her yıl yeni tohumlar için ödemede bulunmasını talep ettiler. Çiftçilerin bir önceki yılın tohumlarını tekrar kullanmaları yasaklandı. 


Rockefeller Vakfı Başkanı Gordon Convvay yayınladığı kamu açıklamasında, ikinci bir Yeşil Devrimi "Gen Devrimi" olarak tanımladı. Convvay, "2020 yılında dünyanın beslenmesi gereken 2 milyar boğaza daha sahip olacağını göz önünde bulundurarak" "nüfus artışına ayak uydurabilmek için, önümüzdeki 30 yıl boyunca gıda üretiminin geliştirilmesinde" GDO mahsullerinin gerekli olduğu konusunda ısrarcıydı.. 


Afrika'nın Sahte "Harika Patates"i 


Finansal olarak Monsanto ve Dünya Bankası tarafından desteklenen Afrika'daki Kenya Zirai Araştırmalar Enstitüsü'nden(KARİ) Dr. Florence Wambugu, Monsanto'nun GDO tatlı patateslerinin, Afrika'daki açlık sorununu çözdüğünü öne süren demeçler vermek üzere Monsanto ve USAID tarafından görevlendirildi. 


Buradaki tek sorun bu "yeniden şekillendirme" projesinin feci bir hata oluşuydu. GDO tatlı patatesi, virüs saldırılarına karşı duyarlıydı. GDO hasadı, yerel tatlı patatesten çok daha azdı. Wambugu'nun beklediği gibi % 250 daha fazla değildi. KARİ ve tüzel destekçileri sahtecilik yapmaya çalıştılar fakat Sussex Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Enstitüsü'nden Dr Aaron deGrassi, Wambugu ve Monsanto'nun kendilerini haklı göstermek için kullandıkları istatistiksel hileleri açığa çıkardı. 


1990'ların sonunda bir Amerikan biyo-teknoloji hisse senedi borsasının baş döndüren ortamında ve GDO üretiminin yaygınlaşmasının önündeki engeller bir bir düşerken; Monsanto, Syngenta ve önde gelen tohum devleri, bütün dünyaya tohum tedariki projeleriyle neredeyse raydan çıkmak üzereydiler. 1999'da aşırı hevesli şirket tarımcılığı, devlerini kendi yöntemlerinden kurtarmak için koruyucu azizleri Rockefeller Vakfı'nın alışılmadık tarzda bir müdahalede bulunması gerekti. 


Genetik Tohum Devleri: Sarhoş Olmuşlardı 


Genetik tohum devleri, Dünya Ticaret Örgütü'nün gücü ve Beyaz Saray'ın tam himayesiyle, 1980'lerin sonlarında dünya gıda tedariğinin tamamını ele geçirme olasılığıyla sarhoş olmuşlardı. Üreme olasılığı olmayan tohumları, satmalarına olanak tanıyan bir teknoloji üzerinde hararetle çalışıyorlardı. Tohum şirketleri bu teknolojiye GURT (Genetik Kullanımı Kısıtlama Teknolojileri) dediler.. 


David King: "Çiftçiler Dev Küresel Şirketlerin Bağımlısı" 


Kısır tohumlardan kopan yaygara dünya basınındaki manşetlerden kaybolmaya başlayınca büyük tohum şirketleri, ABD Hükümeti'yle birlikte GDO tohumları, dünya nüfusunun boğazına tıkamak için özellikle üçüncü dünya ülkelerinde gittikçe zorlayıcı taktikler uygulamaya başladılar. Genetik tohum şirketlerinin kullandığı "GDO Kurtuluş İncili"ni yaymada ikna teknikleri arasında; rüşvet, baskı ve GDO tohumların yasadışı yollardan bir bir ülkelere sokulması gibi yöntemler vardı. 


2003'ün başlarında Hindistan hükümeti, 1000 ton genetiği değiştirilmiş soya- mısır karışımının ülkeye ithalini durdurdu. Bunun nedeni ise, genetiği değiştirilmiş gıdaların, insan sağlığına zararlı olabileceği ve bu gıdaların henüz yeterli derecede test edilmemiş olmasıydı. ABD gıda yardımı örgütleri, CARE ve Katolik Yardım Hizmetleri aracılığıyla yapılan ithalat bu nedenle onaylanmadı. USAID(ABD Uluslararası Yayılma Ajansı), bu önemsiz gerçeği yoksaydı ve baskı yaptı. 


İngiltere Başbakanı Bilim Danışmanı Profesör David King, ABD'nin Afrika'ya GDO teknolojisini zorlamasını kınadı ve bunu "büyük çaplı bir insan deneyi" olarak değerlendirdi. İngiliz yardım kuruluşu, ActionAid (Yardım Hareketi), ABD'nin bu faaliyetini eleştirerek şunları söyledi: 


"Çiftçiler, kısır bir döngü içine sıkışacak ve giderek patentli tohumlar için bir avuç dev küresel şirkete bağımlı hale gelecek." 


GDO'lu Tohumları Yeryüzüne Yaymak! 


Monsanto, Dow, DuPont ve onları destekleyen Washington Hükümeti'nin belirgin stratejisi, GDO tohumları yeryüzünün her köşesine yaymaktı. Bunu yaparken de, önceliği savunmasız, ağır borç yükü altındaki Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere, ya da Polonya ve Ukrayna gibi hükümet denetimlerinin az, yolsuzlukların yüksek olduğu ülkelere verdiler. 


Bir kez ekildikten sonra tohumlar, tüm bölgeye yayılacaktı, ileriki bir tarihte, küresel GDO tohum şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü yaptırımlarıyla tehdit ederek gezegenin gelişen bölgelerindeki tohum tedariğine hâkim konumda olacaklar ve dilerlerse yaşamak için gerekli olan tohum tedariğini kesebileceklerdi. İstihbarat terminolojisinde böylesi bir kapasite "stratejik kırmızı güç" olarak bilinir. Olası bir düşman ya da rakip, kaynağı kontrol eden kişilerin siyasi isteklerine boyun eğmedikleri sürece stratejik bir kaynaktan mahrum bırakılabilir. 


"Sperm Öldürücü Mısır" 


Peki nasıl olur da bu durum ABD'deki Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı ve diğer büyük oyuncuların uzun dönemli nüfus kontrolü stratejileriyle ilişkilendirilebilir? Yanıt kısa sürede ortaya çıkacaktır.
San Diego'da küçük bir biyo-teknoloji şirketi olan Epicyte, Eylül 2001'de yaptığı bir çalışmayla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Gebeliği engelleyen mısır. Gebelik bağışıklığı olarak bilinen bir durumu olan kadınlardan, antikorlar aldılar ve bu kısırlaştırıcı antikorların üretilmesini düzenleyen genleri ayırdılar ve kalıtım mühendisliği yöntemlerini kullanarak, mısır bitkisinin oluşmasını sağlayan mısır tohumlarına bu genleri iliştirdiler. "Sperm öldürücü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var" dedi, Epicyte Başkanı Mitch Hein övünerek. 
Yaptıkları kısa kamuoyu açıklamasında Epicyte, dünyanın "aşırı nüfus artışı" sorununa bir çözüm olarak sundukları sperm öldürücülü mısırın, 2006 ya da 2007'de ticari olarak piyasaya sunulacağını tahmin etti. Basın açıklamasından sonra insan spermini öldürecek sperm öldürücü mısır yaratmadaki Epicyte'nin çığır açıcı başarısı ile ilgili tartışma sona erdi. Epicyte, Mayıs 2004'de Kuzey Carolina (Karolayna)'dan bir biyo-teknoloji şirketi olan Pittsboro tarafından satın alındı. 


Gizli Gündem: GDO Temelli Biyolojik Silahlar 


ABD ve İngiltere hükümetlerinin, genetik olarak değiştirilmiş tohumları acımasızca tüm dünyaya yayma girişimleri aslında Rockefeller Vakfı'nın 1930'lardan beri onlarca yıldır süren Nazi soy arıtım araştırmalarına para aktardığı sır siyasetinin uygulanmasıydı. Yani Anglo-Sakson Beyaz seçkinlerin, daha koyu renkteki soyların nüfuslarını toplu halde azaltması. Bu çevreler gördüler ki savaş, nüfus azaltımı için çok pahalıydı ve pek de etkili bir yol değildi. 1925'te İngiltere'den koyu ırkçı Winston Churchill, biyolojik harp olanaklarını destekleyen yorumlar yaptı ve: 


"İnsanlar ve hayvanlar üzerinde bilinçli olarak kullanılabilecek salgın hastalıkları, mahsulleri yok edecek bakterileri, at ve sığırları öldürecek şarbonu sistemli bir şekilde üretebilen" bir hükümete ihtiyaç duyulduğunu yazdı. Sene 1925'di. 


Konuyu ABD'deki üst rütbeli askeri çevrelerde tartışan, ABD Hava Kuvvetleri (USAF) Hava Doktrin, Araştırma ve Eğitim Koleji'nden Yarbay Robert P. Kadlec, 1990'da yazılan Geleceğin Savaş Alanı adlı kitapta; genetiği değiştirilmiş mahsullerin biyolojik harpteki gücünü tartıştı. GDO temelli biyolojik silahlardan "düşük maliyetli kitle imha silahları" olarak bahsetti. Şöyle diyordu Kadlec: 


"Diğer kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, biyolojik silahları ucuzdur. Teknoloji Ofisinin yaptığı son bir değerlendirme raporu, bir Biyolojik Harp cephaneliğinin maliyetinin 10 milyon dolara kadar düşebileceğini rapor etmiştir. Tek bir nükleer silahın geliştirilmesinin, 200 milyon dolar olduğu göz önüne alınırsa bu çok düşük bir rakamdır." Kadlec, sözlerine şöyle devam ediyor: 


"Biyolojik silahları bir salgın ya da doğal olarak ortaya çıkan bir hastalık kisvesi altında kullanmak saldırgana, saldırısını inkâr etme fırsatını verir. Bu bağlamda biyolojik silahlar, nükleer silahlardan daha fazla imkânlar sunmaktadır." 


Kuş Gribi Paniği Nasıl Pompalandı? 


Başkan George W. Bush'un listesindeki acil önlemler arasında öncelikli bir diğer konu da Kongre'yi, Kaliforniya'da geliştirilen bir ilaç olan Tamiflu için ek 1 milyar dolarlık harcamayı kabul etmeye çağırmaktı. Bu ilaç, Waşington ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından, genel veya mevsimsel gribin belirtilerini azaltan tek uygun ilaç olarak ciddi bir şekilde öneriliyordu. 


Bu nedenle, "muhtemelen" kuş gribinin belirtilerini de azaltabilirdi. İsviçre'deki büyük ilaç firması Roche, Tamiflu üretim lisansına sahip tek firma idi. Kuş gribi virüsünün, öldürücü H5N1 türü ve insandan insana bulaşması hakkındaki korkunç hikâyelerin uluslararası ve ABD'deki basın yayınında gittikçe artması, Roche Şirketi'nde siparişlerin birikmesine sebep olmuştu. 


2004 yılında Rumsfeld halen Savunma Bakanı iken, ona bağlı olan Sağlık İşleri Sekreter Yardımcısı; Kuş Gribi'ne yönelik bir önerge yayınladı. Bu belgede; " ..oseltamir (Tamiflu), kuş gribini önlemede ve tedavi etmede kullanılacaktır. H5N1'in oseltamire duyarlı olduğu konusunda kanıt mevcuttur. Bununla birlikte ilacın temini dünya genelinde sınırlıdır ve kullanımına öncelik verilecektir" diye belirtmektedir. 2004 Pentagon önergesi, dünya genelindeki hükümetler tarafından panik halinde Tamiflu alınmasına önemli bir katkıda bulunmuştur. 


Tam olarak doğrulanmayan raporlar, Rumsfeld'in halen Savunma Bakanı iken önceki firması olan Gilead'dan 18 milyon dolar değerinde ek hisse senedi aldığını ve bunun onu Gilead hisse sahipleri arasında en büyük değilse de büyüklerden biri yaptığını açıklamaktadır. Rumsfeld, hak sahipleri ve Gilead hisselerindeki artış üzerinden bir servet yapmak için uğraşırken; panik içindeki dünya, halen kuş gribine karşı tedavi kapasitesi belli olmayan bir ilacı almak için yarışmakta idi. 


Kissinger ve Biyolojik Savaş 


1968 yılında Kissinger, mikrop savaşı ve nüfus kontrolü için kullanılabilecek "gentetik biyolojik maddeler" konusunda güncellenmiş bilgi istediğinde, genetik değişikliğe uğratılmış rekombinant grip virüsleri, ABD Hükümeti Özel Virüs Kanser Programı araştırmacıları tarafından henüz yeni üretilmişti. Bu program sırasında, kanseri, tıpkı grip gibi hapşırma yoluyla yayacak silahlar üretilmesi için, grip ve grip panzeri olacak virüsleri çabuk etki gösteren lösemi virüsleri ile birleştirildi. Kanser araştırmacısı Dr. Leonard Horowitz'e göre; bu araştırmacılar, ayrıca insan ve maymunlardaki kanser yapıcı etkileri saptamak için kanser (sarkoma) virüsü de toplamışlardı. 


2003 yılındaki öldürücü Kuş Gribi virüsü türü hakkında ani olarak ortaya çıkan küresel korkuya biraz değil oldukça şüpheyle yaklaşmak gerekir. 


Kuş Gribi Korkusu: Kime Yaradı? 


Savunma Bakanı Rumsfeld, yalnızca Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve diğer hükümetlerin kendi "tamiflu"sunu depolamasından kâr etmedi. Kuş gribi korkusu aynı zamanda Arkansas temelli Tyson Foods modeline dayalı fabrika tavuk çiftliklerinin ve tarım endüstrisinin küresel hâkimiyetini genişletmek için de kullanıldı. 


Ne ilginçtir ki, küresel tarım endüstrisi devlerinin, büyük, sıhhi olmayan ve haddinden fazla kalabalık fabrika tavuk çiftlikleri, H5N1 ve diğer hastalıkların olası kaynağı ve dağıtıcıları olarak kabul edilmediler. Onun yerine özellikle Asya'da ailelerin işlettiği, en fazla 10-20 tavuktan oluşan küçük tavuk çiftlikleri Kuş Gribi histerisinde hedef olarak gösterildi. 


Birleşik Devletlerdeki tavuk-üretimi ve katliamının endüstrileşmesi, 2003'de öyle bir noktaya ilerlemişti ki, Asya'dan ilk H5N1 kuş gribi virüs vakaları bildirilmeye başladığı zaman, Birleşik Devletlerdeki tavuk eti üretimi ve işlenişi, beş dev küresel tarım işletme şirketi tarafından yönetiliyordu. Gerçekten de Watt Poultry USA ticaret verilerine göre; 2003'de Birleşik Devletlerdeki tavukçuluk üretiminde hepsi dikey olarak bütünleşmiş beş şirket, karşı konulamaz bir egemenliğe sahipti. 


Kuş Gribi'nin Asıl Kaynağı: Fabrika Tavukçuluğudur 


Bu beş şirket; dünyada en büyük olan Tyson Foods, Gold Kist., Pilgrim's Pride, ConAgra Poultry ve Perdue Farms idi. Ocak 2007'de Pilgrim's Pride, Gold Kist'i satın alarak, en büyük tavukçuluk devini yarattı. Hepsi birlikte Birleşik Devletlerde üretilen tüm yemeye-hazır tavukçuluğun %56'sını karşılayarak, haftada 370 milyon pound pişirmeye- hazır tavuk ürettiler. 2005 yılında Birleşik Devletlerdeki fabrika tavuk çiftlikleri, neredeyse 9 milyar "ızgaralık piliç" veya etlik tavuk ya da 48 milyar poundluk tavuk eti üretti. Bu tavuk etinin 6.314.000.000 poundunu Tyson Foods'a ev sahipliği yapan Arkansas Eyaleti üretti. 


Gittikçe artan sayıdaki hayvan sağlığı uzmanına göre, korkunç yeni hastalıkların ve H5N1 gibi virüslerin asıl kaynağı, Asya'nın serbest-gezinen tavuk işletmeleri değil, fabrika tavukçuluğuydu. 


Yeni bin yıla girerken, dev Amerikan tavuk endüstrisi, dünya tavuk üretimini küreselleştirmek için sahnedeydi. Kuş gribi, cennetten veya cehennemden sadece bu iş için gönderilen bir hediyeydi sanki. Bu şirketler için en bariz hedef, büyük Asya tavukçuluk pazarı idi. Asya hükümetleri, Dünya Sağlık Örgütü ve uluslararası baskılar nedeniyle çiftçileri, tavukları kafes altına almaya zorlarsa küçük işletmeler çökecek, Tyson Foods veya Tayland temelli CP Group gibi büyük tavukçuluk firmaları zenginleşecekti. Şubat 2006 yılında, GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) işleri ile ilgilenen bir kuruluş olan GRAIN tarafından yayınlanan detaylı bir raporda; Tayland temelli CP Group ve diğer fabrika tavuk çiftliklerinin bulunduğu "nerdeyse her yerde kuş gribinin görüldüğü" açıklandı. 


Monsanto Şirketi: Delta &Pine Land'ı Alıyor 


2006 ağustosunda bir yaz günü, dünyanın büyük bir çoğunluğu tatil eğlenceleriyle meşgulken, Rockefeller Vakfı'nin yıllardır insan ırkını kontrol rüyasının son perdesinin gerçekleşmesi için bir şirket alımı gerçekleşti. 


15 Ağustos 2005'de, GDO'lu şirket tarımcılığının Goliath'ı olan Monsanto Şirketi, Mississippi Scott'taki Delta & Pine Land'ı satın almak için yeni bir açık artırma ilan etti. Kapanış fiyatı nakit 1.5 milyar dolar idi. 1999 yılında aynı hamleyi denediği zaman, toplumun protesto fırtınası sonucu geri adım atmaya zorlanmasının aksine, bu sefer alım neredeyse fark edilmeden gerçekleşti. Monsanto'nun, Delta & Pine Land'i alması için düzenlenecek ikinci açık arttırmanın zamanı ile, Delta & Pine Land'in "Kısır Tohum"u (Terminatör) pazarlamaya hazır olacaklarını açıkladıkları zaman aynıdır. 


Papa 16. Benedict'in Tepkisi: "Tanrının Yerine Geçme Çabası" 


14 Nisan 2006'da Roma Katolik Kilisesi'nin en yüksek otoritesi Alman kökenli Papa 16. Benedict, net ve cesur bir demeçte bulundu ve genetik bilimcileri, Tanrı olmayı oynamakla suçladı. Papa, genetik mühendisliği alanındaki en son bilimsel gelişmeleri işaret ederek, Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme teşebbüslerine karşı sert bir şekilde uyardı. Genetikçilere; "Tanrı olmadan, Tanrı'nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir" diyerek eleştirdi. Modern, sosyal, şeytani gelenekleri, keskin bir şekilde suçlayarak, bunların, insanlığı yok etme çabasında olduğunu söyledi. 


16. Benedict daha sonra "aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytani bir gurur" olan "anti-genesis"den (yaratılış karşıtlığı) bahsetti. Bu, hayvan veya bitki olsun hayat biçimleri üzerinde kalıtım mühendisliği uygulaması hakkında kilise tarafından yapılan en güçlü ve açık suçlama idi. Bu durum, aynı kilisenin elemanlarının on yıldan fazla bir zamandır, Rockefeller Vakfı içindeki ve çevresindeki gurup tarafından (desteklenen ve finanse edilen insan üremesi üzerine gittikçe artan şiddetli saldırıya (John D. lll'ün Nüfus Konseyi'nden, Henry Kissinger'in NSSM 200'ü ve özel üretilmiş Tetanoz ile insanların gizlice aşılanmasına kadar) direnmeye yönelik önceki çabalarını destekledi. Birkaç kısa haber dışında Papa'nın yorumları, büyük küresel medya tarafından örtbas edildi. 


"Nüfusu azaltımı" ve "genetiği değiştirilmiş mahsuller", aynı "büyük stratejinin parçaları" idi. Dünya nüfusunun haşin bir şekilde azaltılması; soykırım, tüm nüfus gruplarının sistemli olarak yok edilmesi, "dünyanın açlık sorununu çözme" adı altında çok bilinen kasıtlı bir politikanın sonucuydu. Henry Kissinger'in şu sözü herşeyi açıklıyordu: 


"Petrolü kontrol edersen, ülkeyi kontrol edersin; gıdayı kontrol edersen, insanları kontrol edersin" 
Derleyen: Hilal Nevruzoğlu 




Kaynak: F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, çev. Özgün Şulekoğlu, Bilim + Gönül Yy, Nisan 2009, İstanbul.