17 Eylül 2016 Cumartesi

NEDEN KANSERSİN?



Hayatında hep şeker oldu. Çayı, kahveyi şekersiz içmedin. Kahvaltıya reçelsiz ve krem çikolatasız oturmadın. Beyaz pirinç ve ekmeğin şeker olduğunu unuttun. İçinde yüksek oranda fruktoz bulunan meyveleri kiloyla yedin. İçinde glukoz ve aspartam olan ürünler tükettin. Kolanın ve gazlı içeceklerin şeker ve zehir karışımı olduğunu bile bile içtin. Önce insülin direncin başladı sonra şeker hastası oldun, 150 kilo oldun ama durmadın.

Palm yağı, ayçiçek yağı, mısır özü yağı, margarin ve trans yağ içeren ürünleri kullandın. Tereyağı ve zeytinyağı tüketmedin ki organlarından biri iflas edene kadar bunları yedin.

Paketlenmiş hazır sıvı ve katı tüm ürünlerdeki koruyucu kimyasalların seni kanser edeceğini önemsemedin. Salçanı, makarnanı, turşunu hatta, limonu sıkıp limon suyunu bile kendin yapmadın. Hazır almak kolayına geldi. Pazardan nohutunu, fasülyeni bile almadın, bunları konserve satın almak yemek basitti.

İnsanlar 4000 yıldır misvak vb. doğal malzemelerle diş fırçalarken sen gittin 35 açılı sentetik diş fırçasını ağzına soktun. O da yetmedi; bildiğimiz çamaşır deterjanının şeker ve naneyle karıştırılmış şekli olan diş macunu ile hayat boyu diş fırçaladın ve bunun bir kısmını yuttuğunu göz ardı ettin. Bal ve karbonatın dişlerini tartarlardan bile temizlediğini bilmedin ve dişleri de o macunlarla çürüttün.

Çamaşır deterjanının ve yumuşatıcının vücut ısısı ile deri tarafından emildiğini ve deri kanserinin en büyük nedeni olduğunu umursamadın. Çamaşırlarını boraks ve karbonat karışımı ile yıkayıp yumuşatıcı gözüne elma sirkesi koyarak muhteşem bir temizlik elde edeceğini umursamadın.

Bulaşık makinesine deterjan ve parlatıcı koyduğunda, o deterjanı ve parlatıcıyı yediğini fark etmedin. Deterjan yerine karbonat, parlatıcı yerine sirke koyarak hem sağlıklı hem de tertemiz bulaşıkların olacağını önemsemedin.

Evde basitçe kostik ve zeytin yağını karıştırıp kalıplara dökmek ve kendi doğal sabununu yapmak dururken, gidip içerisinde bin tane kimyasal zehir olan o sabunlarla her sabah yüzünü bedenini yıkadın. Her gün bu daha da iyi diye pazarlanan o şampuan zehirleriyle saçını yıkadın.

Evini arap sabunu gibi doğal yağlarla üretilmiş bir sabun yerine, temiz olsun diye çamaşır suyuyla sildin. O su buharlaştıkça soludun ve akciğer kanseri oldun.

Karıncaları, böcekleri, sinekleri; limon karbonat fesleğen acı biber vb doğal yollarla evinden uzak tutmadın. Bastın böcek zehrini, o ağır kimyasalları temizlesen bile gitmez bunu unuttun. Soludun ve eşyaların üzerinden ellerinle ağzına soktun. (O kadar kandırıldın ki, böcek zehrine neden böcek ilacı dendiğini bile sormadın.)

Yaşamını mahveden büyük şehirde egzoz gazı solumaya ve araba kullanmaya devam ettin.

Resmen radyoaktif olan cep telefonunu kulağına 2 saat yapıştırdın. Radyoaktif olan wi-fi (kablosuz ağ) vericisini evin içine soktun, radyoaktif olan alıcı bilgisayarı da kucağından indirmedin. Yatarken cep telefonunu hep başucunda tuttun ama uçak moduna almayı aķıl etmedin.

Hem çocuğunun odasına hem de kendi yatak odana gece lambası koydun ve geceleri açık tuttun. Bağışıklık sisteminin gelişmesini ve kanserden korunmayı sağlayan melatonin hormonunun gece uyurken zifiri karanlıkta üretildiğini hiç duymadın ya da duydun ama boşverdin.

Doğal beslenmeyen hayvanları, sebzeleri, meyveleri ve tahılları yedin ve adına da “doğal beslenme” dedin.

Üzerinde “organik” yazan her gıdayı gerçekten organik sandın bunlara normalden fazla para bile ödedin ama bir gıdanın gerçekten organik sayılabilmesi için gerekli standartlar nelerdir ve aldığın organik(!) ürün gerçekten de organik midir hiç merak edip araştırmadın incelemedin.

Yiyeceklerini cam ve toprak kaplarda saklamak ve pişirmek yerine çelik ve bilmediğin kaplamalarla kaplı kaplarda pişirdin yedin. En önemlisi de mutfağının her yerine plastik, teflon ve alüminyum soktun ve çizildikçe onları da yediğini unuttun.

Denize lağım ve fabrika atıkları boşaltırken o denizden çıkan balığı yedin, midyeleri yedin.

Fast food’un her aşamasının zehir ve ölümcül olduğu bas bas bağırılırken sen tepsi kadar pizzaları götürüyordun, üç katlı hamburgerleri yuvarlıyordun.

Evine naylon torba, naylon kıyafet, sentetik ayakkabılar terlikler soktun. Kıyafetlerinde sadece pamuk, bambu lifi, keten tercih etmedin.

Sobayı attın ve evine klimayı ve bilimum elektrikli ısıtıcıyı soktun.

Toprağa dokunmuyor ve stresten gülümsemeyi unutuyorsun. Sonuç; sokaktaki her on kişiden üçü kanser. Sen de ya bu üç kişiden birisin ya da tüm bu saydıklarımı ısrarla yapmaya devam edersen, bir süre sonra dördüncüsü de sen olacaksın… Hadi seni geçtik de kardeşim, peki ya çocuğunun suçu?"

Dr. Taner AKMAN



13 Mart 2016 Pazar

GDO


Tehlikeli Oyunlar Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, İnsanların Genetiğine Ne Yapıyor?

At gözlükleri takmış bilim insanları onlara gümüş bir tepsi içinde sunulan istatistikleri ve yayınları, kutsal bilgi olarak kabul etmeye yatkındır. Bilim adına dogmaya kayıverirler hemen. İnanır ve sorgulamadan gerçek diye bellerler. Ancak bilim, sadece sorgulayan ve büyük tröstleri değil de insan sağlığını esas alan bilim adamlarının fikirleri üstünde yükselmiştir ve yükselmeye devam edecektir.
GDO’lu gıdaların ne kadar güvenli olduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yoktur. Bazı ‘bilim insanlarının’ bunların tehlikeli olduğunu işaret eden binlerce araştırmayı ‘şarlatanlık’ olarak nitelendirmesine ne demeli? Bir de üzerine, “GDO tehlikelidir” diyen bilim insanlarını, halkı yiyeceklerden korkutmamak adına sessizliğe davet ederler. Bu anlayışın arkasında ‘ekonomi zarar göreceğine insan zarar görsün’ mantığı vardır. Unutmayın, gerçek öyle bir şeydir ki ancak ve ancak statükoyu korumayı bıraktığınızda yüzünü gösterir. Ve ancak bilgiyle daha doğru beslenebilir, çocuklarınıza daha sağlıklı yiyecekler yedirerek onlara sağlıklı bir gelecek verebilirsiniz. Lütfen herkes size at gözlükleri takmaya çalıştığında bile, kendinizi bilgiden, bilmenin gücünden esirgemeyin.
Konumuzdan fazla uzaklaşmadan GDO’lu gıdalara geri dönelim. Herhangi bir organizmayı daha verimli ve daha dayanıklı yapmak için biyoteknoloji yöntemlerini kullanarak gen transferi yapma işlemiyle üretilen ürüne, Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) adı verilir. Amaç onu daha güçlü, daha verimli kılmaktır. Keşke tablo böylesi tozpembe kalsa ama maalesef tüm işaretler böylesi bir müdahalenin istenmeyen sonuçları olduğunu işaret ediyor.


İnsanoğlunu Kobay Yaptılar

Farklı organizmalardan gen transferi yapılarak elde edilen gıdalar hayatımızda 1996 yılından beri varlar. Görünen o ki, hepimiz fikrimiz bile alınmadan kocaman bir deneyin parçası olduk. Ve bu deneyin tehlikeli bir deney olabileceğine dair ilk yüksek sesli uyarılardan biri 2009 yılında American Academy of Environmental Medicine’dan (AAEM) geldi. AAEM, ekolojik ve çevresel faktörlerin insan sağlığı üstündeki klinik etkileri ile ilgilenen uzmanlar tarafından oluşturulmuş bir kuruluş. 1965’ten bugüne ekolojik hastalıkların tanınması ve teşhis yöntemleri geliştirilmesi üzerine önemli çalışmalara imza atmış olan AAEM’nin açıklaması şöyle: “Hayvanlar üstünde yapılan birçok çalışma genetik olarak değiştirilmiş gıdaların kısırlıktan, bağışıklık problemlerine, hızlı yaşlanmaya, insülin seviyesindeki düzensizliklere ve başlıca organlar ile sindirim sistemini etkileyen sorunlara kadar birçok ciddi sağlık riski taşıdığını gösteriyor.”


Fareler, İnsanlar ve GDO’lu Gıdalar

Bu açıklamaya yol açan binlerce araştırma ve yayınlanmış makale var. Bu araştırmaların birkaçına ve elde edilen bulgulara bir göz atalım mı?2002 yılında yayınlanan bir makalede şöyle yazıyor: “GDO’lu patateslerle beslenen farelerdekaraciğer yetmezliği görüldü. Farelerde sindirim enzimleri azaldı ve farklı yiyeceklere alerjik reaksiyonlar vermeye başladılar (1) ”


GDO ve Kısırlık

İtalya’da 2006’da yapılan bir başka araştırma(2)GDO’lu soyayla beslenen erkek farelerin testislerinde farklılaşma, sperm sayılarında azalma ve spermlerde dejenerasyona rastlandığını gösteriyor. Rus bilim insanlarının yaptığı ve 2006 yılında yayınlanan bir araştırma ise(3), GDO’lu soya fasulyesi ile beslenen anne farelerin bebeklerinin yarısının ilk üç hafta içinde öldüğünü rapor ediyor. Ürkütücü değil mi?
Devam edelim. İşte, bir başka araştırmanın(4)sonuçları: “Dişi fareler ne kadar uzun süre GDO’lu soya ile beslenirse doğurganlıkları da aynı oranda azalırken, bebekleri de daha düşük kilolu doğdu. Üç jenerasyon sonra ise tamamen kısır bir nesil ortaya çıktı.”
Bu ve bunun gibi binlerce araştırmadan söz etmek mümkün.


Genler Birbirine Karışırsa

Bu arada genetik biliminin 1996’dan beri çok hızlı ilerlediğini ve o gün bilmediğimiz birçok bilgiyle donandığımızı da hatırlatmak istiyorum. Öğrendiğimiz her şey genetiği değiştirilmiş tohumları yaratan büyük şirketlerin iddialarını çürütür nitelikte. Bu şirketlerin, bu şirketler için çalışan bilim insanlarının en önemli söylemlerinden biri dışarıdan alınan genlerin sindirim sistemine karışmadığıydı. Ancak yeni bulgular bunun tam aksini söylüyor.
2012’de Norveç’te yapılan bir araştırmada(5)fareler üç ay boyunca GDO’lu mısırla beslendi. Bu fareler, kontrol grubundaki farelerle karşılaştırıldığında şu sonuçlar ortaya çıktı: GDO mısırla beslenen fareler daha kiloluydular ve bağırsak yapılarındaki farklılaşma yüzünden proteinleri sindirmekte zorlanıyorlardı. Kan değerleri bağışıklık sistemi fonksiyonlarında da belirgin bir azalma olduğunu gösteriyordu. Bu araştırma aynı zamanda GDO’lu gıdalardaki-iddia edildiği gibi- genlerin sindirim sistemi tarafından vücuttan atılmadığını ve bağırsak duvarından kana ve kan dolaşımıyla tüm vücuda yayılabildiğini gösteriyordu. Bilim insanları, üç ayın sonunda kanda, kas dokusunda ve karaciğerde genetik olarak modifiye edilmiş DNA parçaları bulduklarını da bildirdiler.


Bitki DNA’sı Taşıyan İnsanlar

Haziran 2013’te Public Library of Science (PLOS) yayınlanan bir araştırma(6)besinlerle alınan DNA parçacıklarında, bilinmeyen bir mekanizmayla dolaşım sistemimize karışabilen bütün genler olduğunu gösteren yeterli kanıt bulunduğuna dikkat çekiyor. Yapılan bu araştırmada 1000 kişiden alınan örnekler incelendi. Ve makaleden çarpıcı bir alıntı: “Kan dolaşımımızın dış dünyadan ve sindirim sisteminden yalıtılmış olduğu düşünülürdü. Standart öğretiye göre yediğimiz besinlerle vücudumuza giren makro-moleküller dolaşım sistemine giremez, sindirim sırasında absorbe edilirlerdi. Ancak bu çalışma için 1000 kişiden alınan örnekler incelendiğinde yiyecekler yoluyla vücuda giren DNA parçacıklarının bütün genler taşıdığını ve bu genlerin bilinmeyen bir mekanizma ile parçalanmadan, hiç bozulmadan kan dolaşımına geçebildiğinigözlemledik. Hatta bir kan örneğinde insan DNA’sından çok bitki DNA’sı bulunuyordu.”
Peki bu DNA parçacıklarının ya da bazı durumlarda oynanmış genin bütününün vücutta dolaşmasının ne zararı var? Yeni Zelanda’da Canterbury Üniversitesi’nde yapılan başka bir araştırma(7)öncelikle bir kez daha ‘değiştirilmiş genler sindirim sisteminde yok olur’ teorisini çürütüyor. Çalışma, GDO’lu buğdayda bulunan dsRNA’ların daha da güçlenip çoğalarak insan vücudunda dolaşmaya devam etiğini gösteriyordu ve bunların hayvanlarda bazı genlerin yapılarını değiştirdiği biliniyordu. Tüm bunlardan yola çıkarak araştırmacılar şöyle bir kanıya vardılar: “GDO’lu buğdayda yaratılan bu moleküller buğday genlerini bastırmak için tasarlandılar ve hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da gen yapılarının değişmesine neden olabilir, bazı genleri bastırabilirler.”


Süper Ama Toksik

Genetik mühendisliği ile bir mısır türünü aldınız ve onu süper mısıra çevirdiniz. Mısır, artık hiç olmadığı kadar verimli, iri taneli ve hastalıklara dirençli bir mısır. Bunu yapmak için ona farklı bitki, virüs, bakteri ya da hayvan geni verdiniz. Peki söz konusu genetik modifikasyonun tek sonucunun mısırı süper mısır yapan özellikler olduğunu mu düşünüyorsunuz? En azından bilim insanlarının iddiaları böyleydi. Ama artık bunun doğru olmadığı çok iyi biliniyor.
The Human Genome Research Project (İnsan Genomu Araştırma Projesi) genlerin henüz tam olarak anlaşılmamış kompleks bir network ile çalıştığını keşfetti. Bu keşfe imza atan ekibin başındaki Dr. Thierry Vrain, “Bir genom son derece kompleks bir ekosistemdir ve çevresinden büyük oranda etkilenir. Genomun her geni çevresel işaretlere göre protein üretir,” diyor ve ekliyor: “Yani artık her bilim adamı, genlerin birden fazla protein sentezleyebileceğini ve bir bitkiye yeni bir genin eklenmesinin öngörülemeyen yeni proteinler yaratabileceğini biliyor. Ve bu proteinlerin bazıları son derece toksik ve alerjik etkilere sahip.”
Daha basit anlatmak gerekirse: Genetik mühendisliği, genler ve DNA’nın işleyiş mekanizması üstüne çok önemli şeyler keşfediyor. Ve tüm bu yeni keşifler dev tarım şirketlerinin genetik olarak modifiye edilmiş gıdaların ‘güvenilir ve öngörülebilir’ olduğu iddiasının tamamen yalan olduğunu kanıtlıyor. Yani DNA’nın bir bölümünü değiştirmenin yalnızca tek, direkt bir sonucu yok. Ve bu değişim hiçbir şekilde öngörülemeyen zincirleme etkilere neden olabiliyor. Aslında 1999’da International Journal of Biological Sciences dergisinde yayınlanan bir çalışmada(9)bu tehlikeyi işaret eden bulgulara dikkat çekilmişti. “Bir organizmaya başka bir organizmanın genini eklemek: 1.Sadece araştırmacıların yaratmayı amaçladığı bir özelliği yaratmakla kalmıyor, onun dışında binlerce etkileşime neden oluyor. 2.Bu müdahale hedef alınmayan bazı genleri de aktive ediyor, ki bunlar toksik olabiliyor. 3. Ayrıca genetik olarak oynanan bitkinin besin değeri de azalıyor. Çünkü bitkinin enerjisi, bu müdahale yüzünden aktive olan gereksiz proteinleri üretmeye harcanıyor.”


GDO ve Tarım İlaçları: Glifosat

GDO’nun amaçlarından bir tanesi de, GDO yapılan bitkinin tarım ilaçlarına daha dayanıklı hale getirilmesidir. Böylece, istenmeyen zararlılara karşı daha yüksek miktarda ilaç kullanmak mümkün olacak ve zararlılar ölürken, GDO’lu bitki büyümeye devam edecektir. Tabii bu arada bitkinin gövdesinde bol bol tarım ilacı birikecek ve bu tarım ilaçları GDO’lu besinleri yiyen hayvanların ve insanların da vücuduna geçecek. Doğal bitkide bu kadar fazla tarım ilacı kullanmanıza imkan yok, çünkü eğer çok miktarda ilaç verirseniz, sadece zararlılar değil, bitkinin kendisi de ölüyor.
Üstelik GDO’lu tohum üreten firmaların bir de iddiası var: GDO sayesinde daha az tarım ilacı kullanılıyormuş. Koca bir yalan! Kullanılan tarım ilaçlarının satış rakamları ortada, azaldığı falan yok, tam tersine artmış. Bunun en canlı örneği, Glifosat etken maddesini içeren “Roundup” isimli ilaç. Tüm dünyadaki GDO’lu mısır tarımının %80’inde kullanılıyor ve Roundup’ın içindeki Glifosat Amerika’daki tarım alanlarını, besi hayvanlarını ve su kaynaklarını zehirliyor.
Yani ne yaptınız? Doğanın dengesini bozdunuz. Marifetmiş gibi bitkiyi tarım ilaçlarına dayanıklı hale getirdiniz ve bünyesinde normalde olamayacak kadar fazla tarım ilacı birikmesine sebep oldunuz. Sonra GDO’lu bitkiyi yiyen hayvanlara ve insanlara da bu ilacın aktarılmasına sebep oldunuz. İyi ama, bu hayvanlar ve insanlar, sizin GDO’lu bitki gibi tarım ilaçlarına dayanıklı değiller ki… Düpedüz zehir yedirdiniz insanlara!


Anneden Doğmamış Bebeğine

2011 yılında Kanada’da hamile kadınlar üzerinde yapılmış bir araştırmanın(10)amacı annenin ve fetüsün GDO’larla ilişkilendirilen söz konusu toksinlere maruz kalıp kalmadıklarıydı. Hamile kadınlardan ve fetüslerden alınan kan örneklerinde GDO’lu gıdalarla ilişkilendirilen pestisitlere rastlandı. Araştırma annenin yediği besinlerle aldığı 3-MPPA ve CryAb1 gibi toksik maddeleri bebeğine aktardığını gösteriyordu. Fetüsün ne kadar hassas olduğu düşünülürse bu maddelerin doğmamış bebekler üstündeki etkisi üstünde daha çok araştırılması ve öğrenilmesi gereken çok şey olduğunu gösteriyor.
Bir bitkinin genetik yapısını değiştirirken ortaya çıkan öngörülemeyen mekanizmaların tehlikeli sonuçlarına bir örnek daha: Journal of Hematology & Thromboembolic Diseases’da 2013’te yayınlanan bir araştırma(11) genetik olarak oynanmış mahsullerdeki bio-pestisitlerin (Bt ya da Cry-toxins olarak da biliniyorlar) anemiden bazı kan kanserlerine kadar kan anormalliklerine yol açtığını gösteriyor.


İnsan Havuçla Çiftleşirse

Son sözler, genetik olarak modifiye edilmiş organizmalar üstüne araştırmalar yapan ve insanları bu konuda bilinçlendirmek için kâr amaçsız bir vakıf kuran genetik uzmanı David Suzuki’den(12): “Bizim bu konuda herhangi bir bilgimiz olmadan yiyeceklerimizin içindeler. Yediğimiz besinlerin genetik olarak değiştirilmiş edilmiş organizmalar bulunduğunu bilmeden on yıllardır yiyoruz. Aslında her birimiz isteğimiz dışında katıldığımız dev bir deneyin parçasıyız. FDA ,GDO’ların normal gıdalardan hiçbir farkı olmadığını ve bu şekilde ele alınmalarını açıklamıştı. Ama problem şu ki gen bilimiyle uğraşan bir bilim insanı gen mirasını takip eder, bioteknoloji ise bir organizmayı alıp tamamen farklı bir başka organizmanın içine yerleştirmesidir. Normalde bir insan bir havuçla çiftleşerek gen alışverişi yapmaz. İşte biyoteknoloji normalde gen alışverişi yapması mümkün olmayan türler arasında gen transferi yapar. Bu yüzden hiç kimse tutup da GDO’lar hiçbir zararı yoktur sonucuna ulaşamaz.”


Son söz:

GDO, ticarettir. GDO, paradır. GDO insan sağlığı için yapılmaz, daha fazla para kazanmak için yapılır.

Dünyada yaklaşık olarak 800 milyon insan açlık sınırında yaşıyor. Buna mukabil, 1,2 milyar insan ise obezite sınırları içinde yaşıyor. Her yıl üretilen gıdanın yaklaşık %50’si, yani yarısı, insanlar tüketemeden bozularak çöpe atılıyor. Sadece ABD’nin her yıl çöpe attığı gıdayı israf etmeden aç insanlara dağıtsanız, açlıktan ölümlerin önüne geçebilirsiniz. Dikkat edin, Amerikalılar daha az yesin demiyorum, istedikleri kadar yesinler ama israftan vazgeçsinler, diyorum. Yani nüfusun çok arttığı ve dünyanın 7 milyar insanı doyuramadığı, açlıktan ölümlerin engellenmesi için GDO’lu gıdalara ihtiyaç duyulduğu savunması, koca bir yalandır!
Dünyada açlık varsa, vahşi kapitalizm sayesinde var. Bu açlığı GDO’lu gıdalarla falan engelleyemezsiniz. Sadece israfı engelleseniz, bugünkü gıda üretimi ile mevcut nüfusun iki katını doyurabilirsiniz. GDO’nun satışına başlanan 1996’dan bu yana dünyadaki aç insan oranında azalma falan yok. Hem zaten nasıl olsun ki? GDO’lu gıdaları aç insanlara bedava mı dağıtıyorlar?
GDO’lu gıdalar, insanoğlunun hayatına gireli sadece 19 sene oldu. 19 sene insan hayatında bir kuşak bile etmez. GDO’nun birkaç kuşak sonra insan yaşamına nasıl zararlar vereceğini bilemezsiniz. İhtiyatlılık prensibi gereği, GDO üreticileri GDO’nun insan sağlığına zarar vermediğini ispatlamak zorundadır, biz zarar verdiğini ispatlamak zorunda değiliz.

GDO, geleceğimiz için en büyük tehdittir.
İnsanoğlunun kıyameti, ürettiği gıdalarla gelecek. Nükleer savaşlarla değil.



Dr. Ümit Aktaş'ın yazısından alıntıdır.
Böyle değerli bilgileri bizlerle paylaştığı için kendisine çok teşekkür ediyoruz.


1. “Can science give us the tools for recognizing possible health risks of GM food?”, Arpad Pusztai, Nutrition and Health, 2002, Vol 16 Pp 73-84
2. “Temporary Depression of Transcription in Mouse Pre-implantion Embryos from Mice Fed on Genetically Modified Soybean”, 48th Symposium of the Society for Histochemistry, 2006, Eylül 7–10
3. “Genetically modified soy affects posterity: Results of Russian scientists Study”, Regnum, Ekim 12, 2006
4. “Biological effects of transgenic maize NK603xMON810 fed in long term reproduction studies in mice,” Alberta Velimirov ve Claudia Binter, Forschungsberichte der Sektion IV, Band 3/2008
5. “Obesity, Corn, GMO’s –USA Biotech Corporations Responsible for epidemic of Diseases” Åshild Krogdahl, makale Norveç ve enternasyonal bilimsel araştırmalara adanmış bir online haber sitesi, Forskning.no’da 11 Haziran 2012’de yayınlandı
6. “Genetically Modified Crops and Food Security” Matin Qaim ve Shahzad Kouser, Public Library of Science (PLOS), 5 Haziran 2013 10.1371/journal.pone.0064879
7. “A comparative evaluation of the regulation of GM crops or products containing dsRNA and suggested improvements to risk assessments” Jack A, Heinemann , Environment International, Mayıs 2013, sayı.55, sayfa. 43-55



28 Şubat 2016 Pazar

MSG ( ÇİN TUZU) DENEN ZEHİR





Knorr un hazır çorbalarının üzerinde"hiç bir
koruyucu madde içermez" yazıyor diye alıyordum.Özellikle son çıkardıkları
çorbalar çok kolay yapılıyordu ve gerçekten de çok lezzetli oluyordu.Bu
maili okuduktan sonra hemen mutfağa gidip Knorr çorba paketlerinin
içeriğine baktım.Maalesef içeriğinde MSG denilen madde var
""" MSG Nedir ..??? """ Dikatlice Okuyalım ve Paylaşalım...!ar.
Utanmadan Sağlık Bakanlığı'da bunu onaylayıp "Türk Gıda Koteksi'ne uygundur"izni
veriyor.Şimdi anlıyorum ki ince bir çizgiye dikkat etmek gerekiyor.Şöyle ki
"hiçbir katkı maddesi yoktur" la" hiçbir koruyucu madde içermez"dikkat
etmediğimiz ama çok önemle dikkat etmemiz gereken iki ayrı ama önemli
bilgi..Sizlerle paylaşmak istedim...
MSG NEDİR?...
ÇOK Onemli:
Bu msg denen illeti piyasalarda, daha masum bir ifade tarzı olsun diye ÇIN
TUZU adıyla satıyorlar.
Piyasada bazı dönerciler de bunu kullanıyorlar.
O kadar lezzetli oluyor ki, bir döner yiyecegine 2-3 döner yiyesin geliyor.
Ayrıca ithal olarak gelen BUTUN GIDA MADDELERİNDE BU MSG VAR
(Peyniri,eti,konservesi vs vs.)




MSG NEDİR?...

MSG adında bir yiyecek katkı maddesi var.
MONO SODYUM GLUTAMAT
Yiyeceklere katıldığında, o yiyeceğin tadının beyin tarafından güzel
Olarak algılanmasını sağlıyor. Tatlı, tuzlu, acı fark etmiyor.
Hangi yiyeceğe katılırsa lezzetliymiş gibi geliyor. O yüzden gıda
üreticilerinin bir çoğu MSG'yi karlı olduğu için kullanıyorlar.
MSG ZARARLI MI ?
Buna okuduktan sonra siz karar verin.
Bu madde Nörotoksin. Sinir hücrelerine zarar veriyor. Merkezi sinir sistemi tahribatı ve
buna bağlı olarak ALZHEİMER, PARKİNSON, HUNTİNGTON hastalıkları, SAR (Epilepsi)
Retinal dejenerasyon (Göz retina tabakası hasarı) Yağ birikimi, doyma mekanizmasında bozukluk, obezite.
Büyüme hormonu baskılanması.
Pankreas hasarı, insülinde artış, ve buna bağlı diyabet.
Böbrek ve karaciğerde ciddi hasarlar.
Bu madde hamilelerde plasenta
bariyerini geçebiliyor, anne karnındaki bebek de aynı tahribatlara maruz kalıyor.
Özellikle çocuklarımızın hatta büyüklerin de çok severek yediği CİPS'lerde çok kullanılmakta.
Hazır köfte harçları, Et suyu tabletleri, Hazır çorbalar, Dondurmalar, renkli yoğurtlar ve benzeri bir çok üründe var.
Şimdi diyeceksiniz ki, Madem bunca zararı var, neden kullanıyorlar?.
Küreselleşen dünyada, ticaret de küreselleşti. Küresel ticaret devleri insaf, merhamet
gibi duygularla asla çalışmaz. Onların amacı çok kar etmek, çok daha büyümektir.
Bu mamuller, albenisi olan renklerde ve janjanlı ambalajlarda sunulur.
Televizyon, gazete ve duvar reklamlarında onlara sıkça rastlarsınız.
Sadece maddesel tadıyla değil, görsel yollar ile de beyinlerimize kazınır adeta.
Basit bir hesap yaparsak, ucuz zannedilen bu ürünleri çok pahalıya tükettiğimizi görürüz.
Mesela Cips. Semt pazarlarında 1 kg . patatesi 1 TL ye alabilirsiniz. Oysa ki 50 gram CİPS 1 liradır.
Yani 1 kg . Cipsi, 20 tl.den tükettiğimizin farkında bile değiliz.
Olumsuz etkileri de cabası. bu mamulleri üretenler !....
Kendi ürettiklerini asla yemezler, içmezler. Onların gıdaları organik ve doğaldır.
Son zamanlarda organik tarım yapan çok güçlü özel şirketler türedi,
burada itina ile yetiştirilen ürünleri semt pazarlarında göreniniz var mı? Ben henüz rastlamadım.
Gelelim genel sağlık boyutuna;
Son 30 yıla dikkatle göz atacak olursak, çocuk yaşta diyaliz cihazına
bağlı yaşamaya mahkum edilenler, çok küçük yaşta şeker hastalığı ile tanışan çocuklar, obez çocuklar, asabi çocuklar, 9-10 yaşında buluğ çağına girenler, çeşitli nedenlerle engelli
doğanlar ve bu sayının ülke nüfusunun % 12'sine çıkması ve benzerleri. Ve sizlerinde aklınıza gelebilen yeni hastalıklar.
Hastalıkları üretenler, ilaçlarını da ihmal etmediler. Bu da madalyonun diğer karlı yüzüdür. Karbondioksitli meşrubatlardan, sakıncalı hazır gıdalara varana kadar bir çok yerde çeşitli uyarılar yazıldı, çizildi. Durumun ciddiyetini anlayabilenimiz var mı? Bu sorunun cevabı, tüketim miktarıdır.
Şimdiki eğitim sistemimiz endüstri, tarım, genel kültür alanında yetersiz kaldığından,
yeni nesiller tehlikenin farkında değildirler. Emperyalist devletler, egemen olmak istedikleri toplumun eğitimli olmasını istemezler. Onlar için önemli olan kendi halkları ve elde edeceği yeni sömürü kaynaklarıdır.
Her yıl eskiyen, yaşam kaynakları azalan, küresel ısınma ile kuraklık tehlikesi yaklaşan bir dünyada, Küresel güç olan emperyalist devletlerin acımasızlığının arttığı bir dünyada, Dengelerin ve haritaların değiştirilmek istendiği bir dünyada yaşadığımızı asla unutmamalıyız.
Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşadığımızı da asla unutmamalıyız.
Gelin bu güzelim yurdumuza hep beraber sahip çıkalım.

YARIN ÇOK GEÇ OLMADAN
!.....




3 Ocak 2016 Pazar

AŞILARLA İLGİLİ KORKUNÇ GERÇEKLER




Aşıların denetlenmediğini belirten beyin ve sinir cerrahı Dr. Russell Blaylock, "Ani Bebek Olumlerinin yüzde 70′i Difteri Tetanoz Bogmaca aşısının takip eden 3 hafta içinde gerçekleşiyor. Havaleler aşılarla bağlantılı, aşı olduktan hemen sonra olması gerekmiyor. Haftalar, aylar, hatta bir yil sonra bile gerçeklesebilir" dedi.


Nöroşirürji (beyin ve sinir cerrahi) uzmanı Dr. Russell Blaylock’un çarpıcı konuşması:
Eğer bağışıklık sistemini uyarırsan, bugün otizmin çıktığı gibi, hamileyken aşıladığın kadının çocuğu 20 yıl sonra şizofreni çıkacak. Ve kimse bağ kuramayacak.
Aşılar Cin’de üretiliyor ve ABD’de iki yılda bir kontrol edilirken üretici, Cin’de bu 13 yılda 1 ve FDA gidip kendi kontrol edemiyor. Üretici firmadan bir görevli dışarı çıkıp burada her şey yolunda diyor 13 yılda 1.
(Amerika’yı yok etmeye yemin etmiş komünist ülke Cin’den bahsediyoruz)
Ani Bebek ölümlerinin yüzde 70′i Difteri Tetanos Boğmaca aşısını takip eden 3 hafta içinde gerçekleşiyor.
Havaleler aşılarla bağlantılı, aşı olduktan hemen sonra olması gerekmiyor. Haftalar, aylar, hatta bir yıl sonra bile gerçekleşebilir.

CANLI VİRÜS İÇEREN AŞILARIN TEHLİKELERİ:

- Bağışıklığı bastırıyor (KKK ve HIB)

- Hayat boyunca vücutta kalabiliyor. Kızamık virüsü yaşlıların %20 beyin ve %45 diğer dokularında bulundu.

- Astım, çocuklarda şeker hastalığı ve otoimun ve nörolojik hastalıklarla bağlantılı

1970′den sonra her çocuk felci vakasının Oral Çocuk Felci aşısı kaynaklı olduğu ortaya çıktı.
Nijerya’da çocuk felci salgını yaratıldı bu oral çocuk felci aşısıyla. “Şimdi etrafındaki ülkelere Nijerya’da çocuk felci salgını var, aşı olmazlarsa size bulaştıracaklar” dediler.
Komşular Nijerya’yı savaşla tehdit etti. Nijerya’da aşı yaptırmayanları hapse attılar. Zorla aşı yaptılar. ABD de olacak olan bu eğer aşılar zorunlu hale gelirse. Çocuğunuzu elinizden alıp zorla aşı vurduracaklar. Oysa ABD’de canlı çocuk felci aşısı yasak.
Bush ve ailesinin Merck’le olan yakın bağları nedeniyle siz bugün Merck’i aşı çocuğunuza zarar verdi diye mahkemeye veremiyorsunuz.


EN ZARARLI AŞI HANGİSİ?

Hepatit B aşısı üretilmiş sinir sistemini mahveden en zararlı aşı.
Ben çocukluğumda bütün hastalıkları geçirdim, etrafımda, sınıfımda bu hastalıklardan sorun yasayan hiç kimseyi görmedim. Eğer dedikleri gibi bu kadar ölümcül olsaydı, benim zamanımda aşıları yoktu, sokaklar ölülerle dolu olurdu.
Hastalığı geçirdiğinde ömür boyu bağışıklık kazanıyorsun. Öte yandan aşıyı olunca. 4 yıl aşının korumadığını anladıklarında bu sefer de pekiştirme dozlar vurmaya başladılar. Ama onlar ilk aşı kadar bile koruma sağlamıyordu. 2 yılda onların koruyuculuğu da.

KIZAMIK AŞISINDNA ÖNCE KIZAMIK ÖLÜMLERİ ÇOK DÜŞMÜŞTÜ

Kızamık aşısı başlamadan önce kızamıktan ölüm vakaları yüzde 90 zaten düşmüştü. Hijyen, iyi beslenme, iyi bakimdi sorumlusu.
Kızamık aşısı sonucunda da ölüm oranları artmıştı. Ve fark ettiler ki çocuklar Çinko ve A vitamini yoksunluğu çekiyordu. Bunları verdiğinde ölüm oranları yine düştü.


ÇOCUK FELCİ ZATEN SORUN DEĞİLDİ

Çocuk felci salgını DTB aşısı başlayana kadar sorun teşkil etmemişti. Çocuk felci her daim vardı. Ama hiç bir dönemde DTB aşının başlamasıyla başlayan dönem gibi bir dönem yaşanmamıştı. Birden bire felce ve ölüme neden olması herkesi şaşırtmıştı. Çünkü o zamana kadar yaz gribi gibiydi.

GRİP AŞISI ÖLÜMLERİ ARTIRDI

2003 yılında çocuklara grip aşısının vurulmasına başlandıktan sonra 5 yaş altı gripten ölen çocukların rakamı 12′den 90’a çıktı (1:13:00)
2 yaş ustu grip aşısı canlı grip aşısı yüzde 33 etkili, zayıflatılmış grip aşısı yüzde 36 etkili. 2 yas altı zayıflatılmış grip aşısı yüzde 0 etkili. Ama gel gör ki şimdi her yaşa vurulması öneriliyor.

PEKİ, YA DOKTOR VE SAĞLIK ÇALIŞANLARI BU AŞIYI OLUYOR MU?

Doktor ve hemşirelerin yüzde 70′i  “hayır” demiş. Sağlık çalışanlarının ise yüzde 62’si “hayır” demiş.


TETENOS AŞISI GÖRDÜĞÜM EN KOMİK AŞI

Tetanos aşısı gördüğüm en komik aşılardan biri. Tetanos kapma olasılığınız yolda bana çarpma olasılığınız kadar az. Kaldı ki su anda camdan eli kesilmişlere bile Tetanos aşısı vurulmakta. Tetanos oksijensiz ortamda yasamaz. Bu nedenle oksijenli suyla temizlik yapılır. Tetanos hayvanların dışkısının olduğu yerde yasar. Evinizde cam kırığından Tetanos kapamazsınız.
Kızamıktan ölümlerde ateş düşürücülerin rolü… Eğer bundan endişe ediyorsanız ateş düşürücü vermeyiniz. Ölüm oranı yüzde 7′den yüzde 35′e yükselmiş ateş düşürücülerin etkisiyle. Bırakın ateş yükselsin, 40-41′i geçmedikçe sorun değil. Böylece kızamıktan ölümleri ciddi oranda düşürmüş olursunuz.

1984 kızamık salgını: %58 aşılı
1985 kızamık salgını: %99 aşılı
1986 kızamık salgını: %96 aşılı
1988 kızamık salgını: %69 aşılı
1989 kızamık salgını: %89 aşılı
1995 kızamık salgını: %56 aşılı


Kızamıkçık aşısı %55 kadında eklem iltihaplanmasına neden oluyor
Doktorların %75′i kızamıkçık aşısı olmayı reddediyor
Kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının ise yüzde 91′i reddediyor

(1:19:10) Hepatit B de en komik aşılardan biri. Vaka sayısı 25-64 yas grubunda 4.172 iken 0-4 yas aralığında 5.
Eğer yüksek risk taşıyan bir anneye sahip değilse bebek 18 yaşına kadar Hepatit virüsüyle karşılaşma olasılığı nerdeyse hiç yok.
Diğer konu Hepatit B aşısının koruyuculuğu 2 yıl. Yani doğumdan sonra vurulan Hepatit B aşısının 18 yaşına geldiğinde hiç bir etkisi yok.
(1:19:57) 14 yaş altında: Hepatit B Aşısına karşı yan etki geliştiren vaka sayısı 872 iken, hastalıkla karşılasan vaka sayısı 279dur.

                                           -Alıntıdır-




20 Eylül 2015 Pazar

GEÇMİŞE DAİR




Kısa bir anekdot;

Çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babamın bile anahtarı yoktu.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek
bir yer yoktu ki.
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar,
Oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımızeskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara
koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle
bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,
hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır,
Çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı.
Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardıbizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,
Onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi,
En fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine
oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı
alnımıza, oyuna devam ederdik.
Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki.
Komşumu tanımıyorum ama evinin camında,
temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin
der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç
kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var,
içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks
binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..
Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,
onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady '
lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,
taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek
ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de
cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş
insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'' derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi ?
alıntıdır..

14 Mayıs 2015 Perşembe

MANTOLAMA HAKKINDA BİR GERÇEK





Mantolama ile zehirliyorlar!

Türkiye’de son zamanlarda bir mantolama furyası almış başını gidiyor.. 
Mantolama ne diye kısa bir soru sorulunca “binaların duvar, kolon, kiriş bölümlerinin Polistren levhalar kullanılarak yalıtılması için geliştirilen bir sistem” olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de ısı yalıtımı İzocam ile başladı, Amerikan sayding ile görünür oldu. Ama İzocam ın ömrünün 5 yıl olması nedeniyle çeşitli arayışlara girildi..
AB ülkelerinin özellikle Almanya nın terk ettiği mantolama malzemesi XPS ve buna benzer çeşitli malzemeler, Türkiye’yi sardı. Almanya’dan hurda fiyatına alınan bu makinalar şimdi Büyük illerde vatandaşa 3- 5 santim kalınlığında mavi, pembe, gri renklerde kanser üretiyor.. Şimdi bir de siyah kuruma batırılmış ve adına karbonlu dedikleri malzeme olarak ta piyasaya sürdükleri yenilikleri var. Püskürtme poliüretan denilen yeni bir sistemle de binanın tümü, poliüretan köpükle kaplanıyor
Fakat bu yapılan mantolama artık İstanbul başta olmak üzere birçok yerde çatlamakta, ayrılmakta, duvarlarda sallanmakta.. Yalıtım özelliğini kaybetmekte, Paralar da uçup gitmekte.. Eğer firmaların insanları kandırıp, “ 30 yıl -50 yıllık malzeme garantisini ”, işçilik dahil garanti diye insanlara yutturmaları 3-5 yıl içinde doluyorsa , bu sefer Mahkemelere yeni bir iş yükü biniyor ..Ki şu anda Ankara da bu yönde açılmış 500 ün üzerinde dava var..! Bilirkişiler rapor tutuyor, Mahkemeler de karar veriyor.. Ev sahiplerini bir de ısı yalıtımı yaparken, hukuki yol da bekliyor..
Şimdi tamamen strafor olan fugalı kaplama malzemeleri çıkmış.. Yalıtımla ilgisi olmayan insanların sadece bakıp , “ güzel, şık görünüyor “ dedikleri ama dışı onları içi beni yakan uzun levhalar da tüketiliyor. Bu da aynı kapıya çıkan malzeme türü.
Yaptığım araştırmalarda, mantolamanın cevap verilemeyen eksikliklerini tesbit etme fırsatım oldu..

1-Levhalarla yapılan mantolama sağlıksız, her şeyiyle karserojen bir madde.. Bunu yaptıran kişiler, evlerini kanserli bir madde ile sarmayı kabul ediyorlar.. Resmen Kanserli bir madde..

2- Mantolama denilen bu levhalar Yangın Yönetmeliğine aykırıdır.. Yanıcı bir maddedir.. Yeter ki bir yerden küçük bir ateş görsün, içten içe hızla yanıyor ve binayı sarıyor.. bazı binalarda yangın sırasında gördüğünüz binanın kenarlarından çıkan o simsiyah zift yanığı gibi dumanın nedeni budur.! Söndürülmesi de zordur.. tükeninceye kadar yanar.. Yani binaların bir de yargın tehlikesi apaçık ortada.. Doğalgaz kullanımı da yaygın olduğuna göre dikkatsizlik sonucu çıkabilecek yangınlarda ,yangın hızla yayılacaktır..

3- Binalar, güçsüzleştiriliyor.. Mantolama için kullanılan levhaları duvarlara monte etmek için 10 santimetre uzunluğunda plastik dübellerin yerleştirilmesi gerekiyor. Bu dübeller Metrekareye 8 , bir panel e de 5 tane atılıyor..! Bina delik deşik ediliyor, BU dübeller için, matkaplar kolonları bile deliyor..! Binaların deprem dayanıklılıkları da ardılar. Kısa bir hesap yapılırsa, 2500 Metrekare alanlı 5 katlı bir binaya 10 binin üzerinde düzel atılıyor.. 10 bin tane delik açılıyor binaya..!

4-Binalar kesinlikle hava ile irtibatı kestiği için evlerde bir hava alma, nefes alma sorunu yaşanıyor.. Sürekli pencere açıp hava alma ihtiyacı doğuyor.. Pencere açılacak ise Nerede kaldı bu yalıtımın faydası ?

5- Yüzde 50 yakıt tasarrufu hikayesi ise tamamen büyük bir yalan… Bunun sağlayacağı Yüzde 30 tasarruf olsun.. 5 yıl garanti veriyorlar 5 yıldaki tasarrufu da ödenen mantolama ücretinin yarısını bile karşılamıyor..Yani amorti etmiyor.
Bu kanserli maddenin önüne geçmek için başta Sağlık Bakanlığı, Belediyeler için de İçişleri Bakanlığı acilen çalışma yapmalı ve mantolama levhalarının Türkiye’de üretimini, yaygınlaşmasını engellemeli..
Özellikle bazı belediyeler bu mantolamayı zorunlu tutuyorlar.. şaşkınlıkla izliyorum.. BU maddeyi ne analiz etmişler, ne analiz ettirmişler, ne sonuçlarını araştırmış, ne de ilgilenmişler.. Ama yeni binalara zorunluluk getirmezler mi .! Mantolama yoksa imar izni vermiyoruz..! Hayda.. Kardeşim neden insanları zorla zehirliyorsunuz ? Vatandaş bunu bilmiyorsa neden biz bu zehir çemberine insanları sokuyorsunuz..? Ben çok ilgilendim ama bu işten pis kokular geliyor.. Bu hastalıklı sektörün şuursuzca yaptığı işlere ancak devlet son verebilir..

(alıntıdır)


4 Ocak 2015 Pazar

MK ULTRA ve MONARCH PROJESİ: KÖKENLERİ VE TEKNİKLERİ


Monarch Programlama bir çok organizasyonun gizli amaçlar için kullandığı bir zihin kontrol metodudur. CIA tarafından geliştirilmiş zihin kontrol programı olan MK-ULTRA projesinin devamıdır ve orduda ve siviller üzerinde test edilmiştir. Metodları akıl almaz derecede sadistçedir (kurbanda travma yaratma amaçlıdır) ve beklenen sonuçlar korkunçtur: Kontrolcü tarafından herhangi bir zamanda herhangi bir eylemi gerçekleştirmek için tetiklenebilen zihni kontrol edilen bir köle yaratmak. Medya bu konuyu görmezden gelsede, 2 milyondan fazla Amerikalı dehşet verici bu programdan geçmiştir. Bu makale Monarch Programlamanın kökenleri, metodları ve sembolizmi ile ilgilidir.

Monarch Programlama Satanic Ritual Abuse, SRA (Satanic Ritüel Taciz) ve Multiple Personality Disorder, MPD (Çoklu Kişilik Bozukluğu) elementlerini içeren bir zihin kontrol tekniğidir. Bu program kölelerde kontrolcü tarafından tetiklenip programlanabilen alter persona yaratmak için psikoloji, nörobilim ve okült ritüellerinin bir karışımını kullanır. Monarch köleler dünya elitleri ile bağlantılı bazı organizasyonlar tarafından askeri, seks köleliği ve eğlence sektörü gibi alanlarda kullanılır.

                 Monarch ifade eden kurbanlardan bir kaç örnek:
BRİTNEY SPEARS


MİLEY CYRUS

BEYONCE

KATY PERRY


KÖKENLERİ
Tarihte zihin kontrolüne benzeyen ritüel ve pratikleri anlatan bir kaç olay kayıt edilmiştir. Zihin manipülasyonu için okültizm kullanıldığına işaret eden ilk yazılı belgelerden biri Mısır’ın Ölüler Kitabıdır. Bu kitap bugün gizli örgütler tarafından dikkatle incelenen, sonuç olarak inisiyenin tamamen köleleştirilmesi ile sonuçlanan işkence ve korkutma metodlarını (travma yaratmak için), uyuşturucu kullanımını ve büyülü sözleri (hipnotizm) içeren ritüellerden oluşur. Kara büyü, sihir ve iblis sahiplenmesi gibi olaylar da Monarch Programlamanın ilk uygulamalarıdır.

Ancak zihin kontrolü 20. Yüzyılda binlerce deneğin sistemli olarak izlendiği, kayıt edildiği ve denendiği modern bilim dalı haline geldi.
Travma bazlı zihin kontrolü ile ilgili ilk metodik çalışmalardan biri nazi kamplarında çalışan fizikçi Josef Mengele tarafından yapılmıştır. Bu kişi ilk ününü kampa gelenlerin hangilerinin öleceğine, hangilerinin iş gücü olacağına karar veren SS fizikçisi olarak yapmıştır. Fakat daha çok kamptakilere, çocuklar dahil, yaptığı korkunç deneylerle ünlüdür ve bu nedenle ‘’ölüm meleği’’ olarak bilinir.

Ancak yaptığı çalışmaların bir kısmı zihin kontrolü üzerinedir. Bu konu ile ilgili çalışmalarına müttefikler tarafından el konmuştur.
‘’Dr Green (Dr. Joseph Mengel): Eski Nazi Kampı doktoru, en önemli programcılardan, hatta belki Monarch Programlamanın babası diyebiliriz Joseph Mengele için. ABD’ deki binlerce zihin kontrollü kölenin şef programcısı Dr Green’dir.’’ [Fritz Springmeier, The Illuminati Formula to Create a Mind Control Slave] (Zihin kontrollü köle yaratmak için illüminati formülü)
Dr Mengele’nin görevi travma bazlı Monarch Proje ve CIA’nin MK Ultra zihin kontrol programını geliştirmekti. Mengele ve yaklaşık 5000 yüksek rütbeli nazi ikinci dünya savaşından sonra gizlice Amerika’ya ve Güney Amerika’ya getirilmişti. Naziler gizli yeraltı askeri üslerde zihin kontrolü ve füze teknolojileri geliştirme çalışmalarına devam ettiler. Bize, eski nazi yıldız Warner Von Braun gibiler tarafından söylenen yalnızca füze çalışmalarıydı. Masum insanları öldüren, işkence eden, susturanlar gözden uzak tutulmuş, fakat çalışmalarına, binlerce kaçırılmış çocuğun götürülüp kafeslere kapatıldığı gizli yeraltı üslerinde devam etmiştir. Bu çocuklar Mengele’nin zihin kontrol teknolojilerini geliştirmesi için kullanılmıştır. Seçilen bazı çocuklar (en azından işlem sonrası sağ kalanlar) geleceğin, seks köleliği, suikast bigi işlerde kullanılan zihin konrollü köleleri olmuştur. Bu çocukların bir çoğu diğer çocukların önünde yada onlar tarafından, seçilenlerde travma yaratmak için kesilmiştir. (Ken Adachi, Mind Control the Ultimate Terror)
Mengele’nin araştırmaları gizli ve yasadışı CIA programı olan MK-Ultra’nın başlangıç olmuştur.

MK-ULTRA
MK-Ultra projesi 1950’lerden 1960’ların sonlarına kadar uygulanmış, Amerikalı ve Kanadalılar denek olarak kullanılmıştır. Yayınlanmış kaynaklar MK-Ultra projesinin kişisel mental durumları ve alter beyin fonksiyonlarını manipüle etmek için, uyuşturucu, diğer kimyasallar, duyusal algıları yoketme, izolasyon ve fiziksel ve sözel taciz gibi çeşitli metodlar kullanmıştır.
MK-Ultra tarafından uygulanan ve en çok yayınlanan deney, reaksiyonlarını ölçmek için, CIA çalışanları, askeri personel, doktorlar ve diğer hükümet görevlileri, hayat kadınları, akıl hastaları gibi habersiz insanlar üzerinde LSD kullanımıdır.

MK-Ultranın deneyleri çocuklar dahil bir çok denek üzerinde elektroşok, fiziksel ve mental işkence olarak devam etmiştir.
Projenin amacı düşmanlar üzerinde işkence ve sorgu yöntemleri geliştirmek olarak açıklanmış olsa da bazı tarihçiler projenin suikast ve diğer gizli görevler için programlanmış ‘’Manchrian Candidates’’ yaratmak olduğunu söylemiştir.
MK-Ultra çeşitli komisyonlar tarafından 1970’lerde gündeme getirilmiştir. Bu komisyonlardan sonra CIA’nin programı durdurduğu açıklanmış olsa da bazı fısıltılara göre program yeraltına inmiş ve Monarch Programlama olarak devam etmiştir.
Bir hükümet yetkilisi tarafından Monarch Projesinin varlığı ile ilgili en net açıklama The New Federalist gazetesi yazarı Anton Chaitkin’e yapılmıştır. Eski bir CIA direktörü William Colby’ye ‘’Monarch ile ilgili ne diyeceksiniz’’ diye sorulmuş ve kızgın bir şekilde ‘’Ona 1960, 1970’lerde son verdik’’ diye yanıtlamıştır. (Anton Chaitkin, ‘’Franklin Witnesses Implicate FBI and U.S. Elites in Torture and Murder of Chidren’’, The New Federalist)

MONARCH PROGRAMING
Monarch programın varlığı ile ilgili resmi bir kabul olmasa da, önemli araştırmacılar kurbanlar üzerinde zihin kontrol amaçlı sistematik travma kullanımını belgelediler. Bazı eski kurbanlar, kendilerine yardım eden terapistler sayesinde, kendilerini programdan kurtarıp geçtikleri dehşet verici işkenceleri açıkladılar.
Emirleri sorgulamayan, yaptıkları şeyleri sonradan hatırlamayan ve açığa çıktığında otomatik olarak intihar eden Monarch köleler belli görevler için bazı organizasyonlar tarafından kullanılıyor. Bunlar yüksek düzeyli suikastler (Sirhan Sirhan gibi), fuhuş, kölelik ve özel film yapımları için mükemmel günah keçileridir. Bu köleler ayrıca eğlence sektöründe mükemmel kukla oyunculardır.

‘’Şunu söyleyebilirim ki ritüel-taciz programı bu ülkede ve en az bir başka ülkede bulduğumuz, yaygın, sistematik, hiç bir yerde yayınlanmayan, herhangi bir kitapta veya tv showda bahsedilmeyen ezoterik bilgilerin organize edilmiş halidir.
İnsanlar ‘’Bunun amacı nedir’’ diyor. Benim tahminim fuhuş, film, uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı gibi karlı işler yapacak binlerce robottan oluşan bir Manchurian Candidates ordusu istedikleri, ve tepedeki bazı megalomanyakların sonunda dünyayı yönetecek Şeytani Düzeni kuracaklarına inanmaları’’. (D. Corydon Hammond, Ph. D)

Monarch programcılar kurbanlarda, elektroşok, işkence, taciz ve akıl oyunları kullanarak derin travma yaratıp onları gerçekten kopmaya zorluyorlar – ki bu bazı insanlarda dayanılmaz acıya maruz kaldıklarında doğal olarak gelişir. Program için kurbanın gerçekten ayrılabilirliği gereklidir ve bu bir çok kuşaktan beri taciz edilmiş ailelerin çocuklarında daha kolay bulunur. Zihinsel kopma kontolcünün kurbanın ruhunda, istenildiği zaman programlanıp tetiklenebilen perdelenmiş başka bir kişilik yaratmasına olanak sağlar.

‘’Travma bazlı zihin kontrol programında kurbanın bilinçli proses yeteneği (acı, terör, uyuşturucu, illüzyon, duyuların kesilmesi, aşırı uyarma, oksijen kısıtlaması, soğuk, sıcak, döndürme, beyin uyarımı, ölüme yakınlaştırma gibi yöntemlerle) sistematik işkence ile bloke edilir ve kurbana, kontrolcünün amaçları doğrultusunda düşünceler, emirler ve görüşler yüklenir ve kurbanı kontrolcünün amaçları doğrultusunda düşünmeye, hissetmeye, davranmaya zorlayan klasik veya operasyonel şartlandırma yapılır. Amaç kurbanın, kendi ahlak kurallarına, inançlarına, iradesine ters gelen emirleri dahi bilinçsizce yerine getirmesidir.
Zihin kontrol programının tatbiki kurbanın, perdelenmiş yeni bir kişilik ortaya çıkmasına izin veren zihin kopması kapasitesine bağlıdır. Halihazırda zihin kopması yaşayabilen çocuklar program için öncelikli adaylardır’’. (Ellen P. Lacter, Ph. D., The Relationship Between Mind Control Programing and Ritual Abuse)
Monarch zihin kontrolü çeşitli gruplar ve organizasyonlar tarafından gizlice kullanılmıştır. Fritz Springmeier’e göre bu gruplar ‘’Network’’ olarak bilinir ve Yeni Dünya Düzeninin bel kemiğini oluşturur.

KÖKENLERİ VE ADI
Monarch zihin kontrolü adını Monarch kelebeğinden alır. Bu kelebek hayatına (geliştirilmemiş potansiyeli temsil eden) tırtıl olarak başlar ve belli bir koza (programlama) döneminden sonra harika bir kelebek olarak (Monarch Köle) yeniden doğar. Monarch kelebeğinin bazı özellikleri zihin kontrolü için de geçerlidir.

‘’Monarch zihin kontrolü programının Monarch olarak isimlendirilmesinin ilk nedenlerinden birisi Monarch kelebeğidir. Monarch kelebeği nerede doğduğunu öğrenir (köklerini) ve bu bilgiyi genetik yolu ile gelecek nesillerine aktarır. Bu kelebek bilim adamlarını bilginin genetik olarak gelecek nesillere aktarıldığı konusunda uyandıran hayvanlardan biridir. Monarch programlama Illüminati ve Nazilerin genetik olarak Üstün ırk yaratma amaçlarına dayanır. Eğer bilgi genetik olarak geçebiliyorsa (ki geçiyor), o zaman Monarch zihin kontrolü için seçilen kurbanlara doğru bilgiyi geçirecek aileler bulunması önemlidir’’. (Ibid)
‘’Bir kişi elektroşokla uyarılmış bir travmaya maruz kaldığında bir hafifleme görülür; kelebek gibi uçuşuyormuş gibi bir his. Bu güzel hayvanın transformasyon veya metamorfoz (dönüşüm, başkalaşım) özelliklerinin de sembolik temsili vardır: tırtıldan kozaya (uyku, hareketsizlik), kozadan tekrar kökenine dönecek olan kelebeğe (yeni bir yaşam) dönüşüm. Bu göç kalıbı bu kelebeği benzersiz kılmaktadır’’. (Ron Patton, Project Monarch)

METOD
Kurban, ‘’master’’ ya da ‘’tanrı’’ olarak görülen programcı/kullanıcı tarafından ‘’köle’’ olarak adlandırılır. Acıya daha dayanıklı olduklarından ve erkeklere göre daha kolay gerçekten ayrışma yaşadıklarından kurbanların %75’i kadındır. Monarch programcılar ayrışma yaratacak travma kullanarak kurbannın ruhunu/aklını bölümlere ve ayrı kişiliklere ayırmaya çalışır.

Aşağıdakiler bu işkencelerden bazılarıdır:
1- Taciz ve işkence
2- Kutu, kafes, tabut gibi şeylere kapatılma veya bir borudan nefes alacak şekilde gömülme
3- İp, zincir veya kelepçe gibi şeylere tutsak edilme
4- Boğulmaya ramak kalana kadar suda tutma
5- Aşırı sıcak ve soğuğa maruz bırakma, özellikle buzlu suya veya yanan kimyasalların içine sokma
6- Ölüme sebebiyet vermemek için sadece üst derinin soyulması
7- Döndürme
8- Gözü kör edecek ışık tutma
9- Elektrik şoku
10- Dışkı, çiş, kan ve et gibi vücut atıklarını yedirme içirme
11- Kafaüstü veya acı verici şekilde asma
12- Aç ve susuz bırakma
13- Uykusuz bırakma
14- Ağırlıklar ve gereçlerle baskı
15- Duyulardan yoksun bırakma
16- İllüzyon, kafa karışıklığı ve unutkanlık yaratmak için uyuşturucu verilmesi.. genellikle iğne ile ve damardan
17- Acı ve hastalık yaratmak için toksik kimyasalların yedirilmesi veya enjekte edilmesi
18- Vücut organlarının çıkarılması veya yerinden oynatılması
19- Yılan, örümcek, kurt, fare gibi hayvanlarla korku ve iğrenme yaratma
20- Genellikle boğma yoluyla oksijensiz bırakarak ölüme yakın tecrübe yaşatma
21- Başka insanlara veya hayvanlara işkence yapmaya veya yapılmasını izlemeye zorlama, genellikle bıçak ile
22- Köleliğe katılmaya zorlama
23- Hamile bırakılıp ceninin ritüel için alınması, veya doğan bebeğin kurban veya kölelik için kullanılması
24- Kurbanın ruhlar veya şeytanlar tarafından sahiplenildiğini, rahatsız edildiğini ve kontrol edildiğini hissettirerek ruhsal taciz
25- Judeo-Christian inanışlara saygısızlık, şeytana ve diğer tanrılara yöneltme
26- Kurbanları tanrının kötü olduğuna inandırmak için taciz ve illüzyon… çocuğu kendisini tanrının taciz ettiğine inandırma
27- İşkence veya deney için ameliyat veya ruhsal ve bedensel bomba veya implant olduğuna inandırma
28- Aileye veya sevdiklerine zarar verme veya zarar verme ile tehdit etme
29- İnanırlığını yitirecek ve kafa karışıklığı yaratacak uydurulmuş şeyler ifşa etme.

(Ellen P. Lacter, Ph. D., Kinds of Torture Endured in Ritual Abuse and Trauma Based Mind Control)
‘’Monarch zihin kontrolünün başarısı, alter olarak adlandırılan, birbirlerinden haberi olmayan fakat beden farklı zamanlarda ele geçiren, farklı kişiliklerin veya kişilik bölümlerinin oluşturulabilmesine bağlıdır. Travma ile kurulan unutkanlık duvarları, tacizcinin ortaya çıkmasını ve bedene en fazla süreyle hakim olan asıl kişiliğin alt kişiliklerinin nasıl kullanıldığını öğrenmesini engelleyen bir gizlilik kalkanı oluşturur. Bu gizlilik kalkanı kült üyelerinin diğer insanlar arasında normal hayat ve işlerine devam etmesini sağlar ve yakalanmalarını önler. Asıl kişilik çok iyi bir dindar olabilir, fakat derindeki alt kişilikler hayal edilebilecek en kötü satanik canavarlar olabilir – Dr. Jekyll/Mr Hyde efekti. Köleyi kontrol eden okült grup veya gizli servisin gizliliğini korumak için çok tehlike göze alınır. Bu programlamanın başarı oranı yüksektir, fakat başarısızlık durumunda programlanamayan kurban öldürülür. Her travma ve işkence bir amaca hizmet eder. Ne yapılabileceği ya da yapılamayacağını bulmak için çok fazla deney ve araştırma yapılmıştır. Belli yaşta ve belli ağırlıktaki bedenlerin ölmeden ne kadar işkence kaldırabileceklerine dair çizelgeler yapılmıştır’’. (Springmeier, op. Cit.)

‘’Elektroşok, taciz ve diğer metodlarla oluşturulan derin travma sonucu zihin özünden ayrılıp alternatif kişilikler oluşturur. Eskiden Çoklu Kişilik Bozukluğu olarak adlandırılan, şimdi Ayrılmış Kimlik Bozukluğu olarak tanımlanan bu durum Monarch programlamanın temelidir. İleriki aşamalarda, beyin fonksiyonlarını etkileyen çeşitli uyuşturucular eşliğinde, hipnoz, çift taraflı baskı, haz-acı dönüşümleri, yiyecek, içecek, uyku ve duyu kısıtlamaları ile kurbanın zihni şartlandırılır’’. (Patton, op. Cit.)

Kişilik bölünmesi sistematik taciz ve dehşet verici gizli ritüeller yolu ile kurbanda travma yaratılarak elde edilir. Öz kişilikte bir bölünme oluştuğunda, ‘’içsel bir dünya’’ yaratılır ve alt kişilikler müzik, film (özellikle Disney prodüksiyonları) ve masallar kullanılarak programlanabilir. Bu görsel ve işitsel araçlar programlamanın görüntüler, semboller, anlamlar ve konseptler kullanılarak geliştirilmesini sağlar. Programlayıcı daha sonra yaratılan alt kişiliklere daha önce programlanmış tetikleyici kelimeler ve sembolleri kullanarak giriş yapar. Zihni kontrol edilen köleler tarafından en çok görülen içsel görüntülerden bazıları, ağaçlar, Kabala Yaşam Ağacı, sonsuzluk işareti, antik sembol ve harfler, örümcek ağları, aynalar, cam kırılması, maskeler, kaleler, labirentler, iblisler, kelebekler, kum saatleri, saatler ve robotlardır. Bu semboller sıkça popüler filmlerin ve videoların içine iki sebeple yerleştirilir: bilinçaltı ve nöro-linguistik programlarla halkın hassasiyetini ortadan kaldırmak ve çok hassas olan programlanmış Monarch çocuklara belli tetikleyici ve anahtarlar oluşturmak. Monarch programlama için kullanılan filmlerden bazıları, The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü), Alice in Wonderland (Alis Harikalar Diyarında), Pinocchio (Pinokyo) ve Sleeping Beauty (Uyuyan Güzel) dir.

Her bir durumda köleye filmin hikayesinin belli bir açıklaması verilir. Örneğin, The Wizard of Oz’u seyreden bir köleye ‘’gökkuşağının üzerindeki bir yer’’in travma ile ayrıştırılmış kölenin kendisine uygulanan dayanılmaz acılardan kurtulmak için gitmesi gereken ‘’mutlu bir yer’’ olduğu öğretilir. Filmi kullanarak programcı köleyi ‘’gökkuşağının üzerine’’ gitmeye ve ayrışmaya teşvik eder ve böylece zihinlerini bedenlerinden ayırır.
‘’Daha önce söylendiği gibi, hipnozcu nasıl yapıldığını biliyorsa çocukları hipnoz etmeyi daha kolay bulur. Etkili olan bir yöntem küçük çocuklara ‘’beğendiğin bir tv şovunu izlediğini düşün’’ dür. Bu nedenle Disney filmleri ve diğer şovlar programcılar için çok önemlidir. Çocuğun zihnini istedikleri yönde ayrıştırmak için mükemmel hipnotik araçlardır. Programcılar başından beri filmleri çocukların hipnotik senaryoları öğrenmesi için kullanmaktadır. Çünkü çocuklar hipnotik prosesin bir parçası olmak zorundadır. Eğer hipnozcu çocuğa kendi hayal gücünü oluşturmasına izin verirse, hipnoz telkinleri daha güçlü olacaktır. Çocuğa köpeğin rengini söylemek yerine programcı çocuğa sorabilir. Çocuğa gösterilen kitap ve filmler burada çocuğun zihninin istenen yöne döndürülmesine yarar. Çocuğa konuşan bir hipnozcu ses tonunu değiştirmemeye ve yumuşak geçişler yapmaya çok dikkat etmelidir. Bir çok Disney filmi programlama için kullanılmıştır. Bazıları özellikle zihin kontrolü için yapılmıştır.’’ (Springmeier, op. Cit.)

MONARCH PROGRAMLAMA SEVİYELERİ
Monarch programlama seviyeleri kölelerin ‘’fonksiyon’’larını belirler ve bunlarla bağlantılı beyin dalgalarına (EEG) göre adlandırılır.
Alpha Program: Genel veya sıradan programlama olarak anılıyor.. karakteristikleri, fiziksel gücün ve görsel hafızanın eşlik ettiği aşırı hafıza yeteneği… Alfa programlama kurbanın kişiliği, nöron yollarının stimulasyonu yoluyla sol beyin ve sağ beynin ayrılıp, programlanmış olarak tekrar birleştirilmesi yoluyla, kasıtlı olarak alt kişiliklere bölünerek yapılıyor.
Beta Program: Seks köleleri yaratmak için kullanılıyor. Bu program bütün ahlaki değerlerin yokedilmesine ve sınırsız hayvani içgüdülerin stimülasyonuna dayanıyor. ‘Kedi’ programı bölünmeleri bu seviyededir. Kitten programlama olarak bilinen programlama bazı ünlü kadın oyuncularda, şarkıcılarda açıkça görülmektedir. Popüler kültürde kedi desenli giysiler genellikle Kitten programlamayı gösterir.

Delta Programlama: Killer programlama olarak bilinmektedir ve ilk olarak özel ajanlar ve elit askerler yetiştirmek için kullanılmıştır (delta force, mossad gibi).. Kurbanlarda maksimum adrenalin ve kontrol edilen agresiflik görülmektedir. Kurbanlar korkusuz ve görevi yerine getirmede çok sistematiktir. Kendi kendini yoketme, intihar programları bu seviyede yerleştirilmektedir.

Theta Programlama: Psişik programlama… Multi-generasyon satanik kandan gelenler diğer insanlar göre üstün telepatik yetenekleri sergilemeye kararlıdır. Bu programlama biomedikal human telemetri cihazı (beyin implant), mikrodalgalar kullanılarak yapılan direk-enerji laserleri gibi geliştirilmiş elektronik beyin kontrol sistemleri ile yapılmaktadır. Bunların çok gelişmiş bilgisayarlar ve uydu sistemleri ile birlikte kullanıldıkları rapor edilmiştir. (Patton, op. Cit.)

SONUÇ
Monarch kölelerin maruz kaldığı vahşeti açıklarken tarafsız kalmak çok güçtür. Ünlü bilim adamları ve yüksek düzeyli resmi kişiler tarafından kurbanlara uygulanan aşırı şiddet, taciz, işkence ve sadistik oyunlar hakim güçler arasında ‘’karanlık bir taraf’’ olduğunu kanıtlamaktadır. Açıklananlara, belgelere ve söylenenlere rağmen, halkın büyük çoğunluğu konuyu bütün olarak görmezden gelmektedir. 1947’den beri Amerika’da 2 milyondan fazla insan travma bazlı zihin kontrolü ile programlanmıştır ve CIA 1970’te zihin kontrol projelerini halka açıklamıştır. Manchurian Candidate (Mançuryalı Aday) direkt olarak konuyla ilgilidir ve hatta elektroşok, tetikleyici kelimeler, mikroçip takılması gibi teknikleri de göstermektedir. Tv ve sinemalarda gördüğümüz bazı ünlüler zihin kontrol köleleridir. Candy Jones, Celia Imrie ve Sirhan Sirhan gibi bazı ünlü kişiler kendilerinin zihin kontrol deneylerini açıklamıştır… ve hala halk bunun ‘’olamayacağını’’ iddia etmektedir.


2 Ocak 2014 Perşembe

TAKSİM-BEYOĞLU YILLAR SÜREN HİKAYESİ


Camiler ve ilkokullar meyhaneye çevrilişi

1930'lu yıllardaki Taksim gerçeği! İçki içmek 1930 ile 1950’li yıllar arasında bizzat devlet tarafından halkına özendiriliyor hatta ilkokullarda öğrencilere bira servis ediliyordu.



Bölgede yaşayan Levantenlerin “Grande Rue de Pera” dedikleri Beyoğlu’ndaki renkli ve gayri ahlaki hayatı Osmanlı, 19. yy. ortalarından sonra tanıdı ve bu caddeye “Cadde-i Kebir” büyük cadde ismini verdi. 16. yy. başından itibaren canlı bir hayata sahip olan “Pera” kendi kabuğuna sığamaz hale geldi ve tepenin sırtlarına doğru yayılmaya başladı.

Tepe olmasından dolayı Roma İmparatorluğu zamanından kalma sarnıç-barajda toplanan suyu çevre semtlere dağıtması için 1730’lu yıllarda Sultan 1. Mahmud tarafından caddenin girişine konulan ve suyu taksim etmeye yarayan “Maksem”den ötürü bölgeye “Taksim” de denmeye o günlerde başlandı.


İstiklal Caddesi’nin girişinde bulunan ve adını semte veren Su Taksim eden Maksem

Bugün Taksim Meydanı olarak isimlendirilen meydan, o günlerde Yahudi ve Hıristiyan Mezarlığı olarak kullanılan alandı ve cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında kaldırıldı, düzeltildi, mezarlardaki kemikler başka yerlere taşındı. Her milletin mezarında bulunan kemikler kendi cemaatlerinin istedikleri yere kondu. Fakat, 
Sıra Selviler Caddesi ve Gümüşsuyu yokuşunda bulunan Müslüman mezarlarından çıkan ve Müslümanlara ait olan kemiklerin akıbeti ise hala meçhuldür.
Sultan 3.Mustafa’dan itibaren Taksim bölgesi, askeri saha olarak yeni kurulan topçu birliklerine bırakıldı. İşte o günlerde, bugünlere sadece tartışması kalan ve İnönü hükümeti zamanında yıkılan
Taksim Topçu Kışlası yapılır.

İnönü tarafından yıkılıp önce içkili gazinoya sonra top sahasına çevrilen Taksim Topçu Kışlası

Osmanlının son yıllarında gayrimüslim teba ve onlara özenen yerli halk tarafından tıka basa dolan bu cadde, 1924 senesinde “İstiklal Caddesi” ismini aldı. İçkinin su gibi içildiği fuhuşun hadsiz ve hesapsız yapıldığı, her köşe başını bir kumarhanenin tuttuğu bu semt, İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan faşistlerinin ve Alman Nazilerinin reklamını yapan sloganlarını atan “Levanten” denilen yerli gayrimüslimlerin sirk alanı haline geldi. 

İçki içmek 1930 ile 1950’li yıllar arasında bizzat devlet tarafından halkına özendiriliyor ve bu konuda yapılan reklamların ana teması olarak içkinin bir gıda olduğu, insan vücudunun her vitamin ve yiyeceğe ihtiyacı olduğu gibi içkideki gıdalara da ihtiyacı olduğu temasını vurguluyordu.



O günlerde bizzat devlet tarafından yapılan ve biranın besleyici bir gıda olduğunu vurhulayan reklamlardan sadece bir kaçı.


Okullardaki öğrencilerin sabah kahvaltılarında bile bira içmesine özen gösteriliyor ve bu durum bizzat öğrenciler üzerinde deneniyordu. Öyle ki bizzat devlet tarafından üretilen ve halka devlet imkânları ile tanıtılan “Ankara Orman Çiftliği Birası” ucuz bir fiyata, devlete ait “Bira Bahçeleri’nde halka ve çocukların içmesine sunuluyordu.

 Hergün yeni kanunlar çıkartılıyor ve bu kanunlar gereği camiler ya yıkılıyor ya da başka işlerde kullanılıyordu. Bu yıllarda sadece İstanbul’ da bile yüzlerce cami yıkıldı, marangozhane oldu, nalbant dükkânı oldu, pavyon oldu, meyhaneye oldu. Bu camilerin bazıları 2013 Türkiye’sinde bile halen meyhane olarak kullanılmaya devam etmektedir.



Bunların en bariz ve en acıklı olanı ise Beyoğlu’ndaki Katip Mustafa Çelebi Camii’dir. İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde satılan 350 yıllık Katip Mustafa Çelebi Camii hala, Beyoğlu’nun arka sokaklarında dansözlü meyhane olarak kullanılmaktadır.1907 tarihli Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin plan ve proje krokilerinde Katip Mustafa Çelebi Paşa Camii olarak görülen yapı, 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin 10 liraya satılmış, ve o tarihten itibaren içkinin sebil olduğu dansöz kadınların masa gezdiği bir meyhane olmuştur.




30’ların sonlarında tüm dünyada savaş alarmları çalmaya başlamış, savaş kutupları oluşmuş, Türkiye ise tarafsızlığını ilan etmiştir ama bu tarafsızlık sadece görüntüden ibarettir. Zira, Türkiye bütün dünyaya tarafsızım demiştir ama Alman ve İtalyan faşizmi ile flört halinde olduğunu da gizleme ihtiyacı duymamaktadır. Bu durum saklanmadan bir devlet politikası haline getirildiği en yetkili ağızlardan tüm dünyaya duyuruluyordu.



22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesi faşizm taraftarı politikayı tüm dünyaya açık açık bildirmekten de çekinmez.. Her gece içilen içkinin tesiri ile olsa gerek Nazizm ve faşizm lehine yürüyüşler yapılır ve nasyonel marşları okunurdu. Gündüz yürüyüş eylemleri, gece içkinin dibi bulunan ve kusma ile sonuçlanan partilerle, gün Taksim’de gün ediliyordu. 


Eylül 1933’de Beyoğlu işte böyle açıktan içki satan büfelerle ve içki içen insanlarla doluydu.
 
 Zaman hızla ilerler Beyoğlu ve Taksim üzerinde. Ama değişen hiçbir şey olmaz. İçki sudan fazla tüketilir, fuhuş tüm renkleriyle özendirilir, kumarın alası bu semtte her mekanda oynanır fakat yetkili ağızlardan bu durumun aleyhinde tek bir söz duyulmaz. Ekmeğin, yağın, tüpün, şekerin kuyrukla ve sayılı bir biçimde verildiği 1970’ler Türkiye’sinde Taksim’de de kuyruklara şahit olunur. Ama bu kuyruklar temel gıda maddelerinin kuyruğu değil bizzat rakı kuyruğudur.


Hatta, bu alkol tüketimi o denli çılgın boyutlara ulaştı ve çığırından çıktı ki, her ay Taksim bölgesinde genç kızlarımızı, çocuklarımızı iç çamaşırlarına kadar soyup yabancı erkeklere sunan ya bir güzellik yarışması, ya da kusana kadar mide spazmı geçirene kadar içki içme yarışması yapılmaya başlanmıştı. İşin ilginç olan tarafı ise, bu şuursuz ve insanlık dışı yarışmalara, devletten maaş alan ve bizzat “Devlet Sanatçısı” unvanına sahip olan halkın içinde yer etmiş güya güzide sanatçılar, jüri üyesi olarak bu rezilliklere şahit oluyor ve yapılan kepazeliklere puan vererek yangının körüğü vazifesini üstleniyordu.



Bozulan sadece Taksim ve civarı mıdır o yıllarda? Hayır. Ülke olarak topyekün bozuluyor, bizi biz yapan, bizi Avrupa’nın rezil dünyasından ayıran özelliklerimiz tek tek avucumuzun içinden kayıp gitmektedir. Artık, çırılçıplak denilecek kadar açık olan şarkıcılar ellerinde rakı bardakları ile şarkı söyledikleri podyuma besmele çekerek çıkıyor, okudukları gazelin en uzun yerinde sonuna kadar içindeki rakıyı içtikleri kadehi yere vururken ya “Allah” ya da “Allahım sana geliyorum” diyorlardı. 70’li yıllarda iş çığırından çıktıBesmele ile içilen içkiler, Allah nidaları ile dolu sarhoş naraları, sarhoş ayyaşların beğenisine sunulan çırıl çıplak kadın vücutları yetmezmiş gibi, Gaziantep’te tekbirler, ilahiler, okunan dualar ve kesilen kurbanlar eşliğinde “GENELEVLER” açılıyordu. Evet, yanlış okumadınız. Bu ülkede tekbir ve dualar eşliğinde kesilen kurbanlarla genelevler açıldı.


Ülkemizin bugün yaşadığı Taksim bunalımın altında esasında bu rezilliklere devam etmek isteyen güruhun böylesine bir hayata devam etmek için yaptığı direniş yatmaktadır. Ve bu haliyle böylesi ayaklanmalar tarihimizde ilk değildir son da olmayacaktır. Geçmişte en nadide ve en hassas dinî duygularımızı ayaklar altına alarak içki, fuhuş, kumar, rezillik dolu hayatı yaşayan nesillerin bugünkü uzantıları da İslamî hassaiyetlere el ve dil uzatma cüretinde bulunmaya devam etmekte ve hakaretlerini sürdürmektedir.

En halis niyetlerle Müslümanların peygamberlerinden yardım istemek ve onun şemsiyesi altında yer almak için dillendirdikleri “Şefaat ya resulallah” kavramı bu köksüzlerin elinde bir oyuncak olmuş ve “İnşaat ya resullah” halini alıvermiştir. Üstelik “YA” kelimesindeki “Y” harfi bir şarap kadehi olarak.


Ama bu köksüz, şuursuz ve cahilane hareketin altı biraz kurcalanırsa işin içinden Siyonist parmağı ve onun işbirlikçi yerli uşakları çıkacaktır. Nihayet kendilerini ele vermişler, İsrail bayrağı ve İsrail sloganı ile eylemde görünmekten çekinmemişlerdir.

Soldaki ikinci sıradanın başındaki adamın elinde bulunan katlı İsrail Bayrağına dikkat


İşin nihayetinde söylenilmesi gereken her şeyi esasında bu alttaki fotoğraf ziyadesiyle söylemektedir. 

Yüzyıllarla ifade edilen Taksim-Beyoğlu Rezaletini sadece Şahadet parmağımızla gösteriyoruz.