15 Aralık 2012 Cumartesi

YUSUF ve ZÜLEYHA










Züleyhanın zindandaki yusufa yazmış olduğu dört mektuptan ilk üçüdür.
Yazar SİNAN YAĞMUR'un son kitabı (AŞKIN MEALİ yusuf ve züleyha)'dan alıntı yaptım.
etkileyici bir kitap olmuş okumanızı şiddetle tavsiye ederim.             








                                  SARAYDAN ZİNDANA BİR KÜÇÜK ZÜLEYHA


Gönlümü bağladığım, tenhalarda adını andığım ey can nerdesin! Hani üzerinden mevsimler geçse de sevgilinin mahallesine yolunuz düştüğünde burnunuzun direği sızlar ya, gelip geçerken günler, günlerin efendisi olan Yusufun geçtiği her mekana uğradığımda öylesi bir hüzün kaplar yüreğimi. Nerdesin ah yâd-ı hayali yar?

         Var olan ne ki? Bizi yokluğu ile üzenler var. Güneş görmeyen zindanda yine zülüflerin dökülüyor mu yüzüne Yusuf’um? Ah günahsız’ım. Ah aşk sızım. Vah halime! Dilimle zehirledim masumluğunu. Vah bana. Yuh bana.

         Bazen günaha düştüğüm de oldu, sevaplara küstüğüm de.

         Bazen ölümüne sustuğumda oldu, kan kustuğum da.

         Konuşmaya yüzüm yok, anlatmaya mecalim. Yazmak tek çare. Ama okusanda cevap vermezsin bilirim, beyhude beklerim. Neylersin benimki de bir umut işte.

         Çocuktum. Kız oldum. Kadımdım aşık oldum. Aşıktım çilelerden geçtim. Ten sanırdım aşkı. Vurgundum sana. Tutkumdum. Halden hale geçtim. Sonunda hevadan. Hubba; hubbdan aşka, aşktan vecde ulaştım bleğimi kemik saplı bıçak kanattığında. Kendi kanımda buldum aşkın hallerini.

          Kokuların uzmanıydım. Ne vakit senin kokunu aldıysam içime, o demden sonra hiçbir çiçeğin kokusunu alamaz oldum. Her koku yusuf’tu. Yusuf’un kokusunu uyurken, uyanıkken alıyordum. En çok da uyuyamıyorken.

          Günaha şansı olmayanın sadece masumiyeti var. Benim masumiyet hakkım da yok. Anladım ki Havva için yasak ağaç ne ise benim yasak ağacım da Yusuf’muş.

          Seni ilk gördüğümde üzerimdeki elbise bembeyazdı. Odaya şehvet törenine çağırdığımda elbisem baştan ayağa kankırmızısı. Şimdi ise siyah. Beyaz kadar saf olamasam da siyah kadar kadere teslimim. Ben artık siyah bir gülüm. Siyah, yani ahımın rengi.

           Seni kardeşlerin kuyuya attığı gün ben de kaderin kör kuyusuna düştüm. Senin kurtarıcın olarak rabb’in vardı Yusuf ya benim kimim var? Geldin. Gördüm. Güneşi bile soluk bırakan gözlerindi ilk gördüğüm. Seni sen bildiğim o gözlerin. Gözlerin, besbelli ki düştüğüm bir başka kuyuydu. Umutlarım vardı kuyuda.  O ilk gördüğümde kokunu serdim hülyalarıma. Uykusuzluğumu gözlerinde avutuyordum da sen bilmiyordun.

           Önceleri arzumdun, anladım ki aşkımmışşın bilemedim. Seni sevdim Yusuf. Seni sevmemek elde değildi. Anla Yusuf! Bir tek ben miyim sana çarpılan? O güzelliğini yeryüzünde hangi kadın görmüş de sana vurulmamış? Şehirdeki genç yaşlı kadınlar, sarayda ki evli bekar cümle kadınlar sana sevdalandı da bir ben sevdamı saklayamadım. Neylersin aşk bu, ele de düşürür dile de. Pişman mıyım? Aklımdan bile geçmez sana aşkımın nedamet dehlizine girmesi.

            Razıyım seni uzaktan sevmelere. Gündüzlerden vazgeçtim, düşümde biraz olsun görmelere razıyım.

            Ey suskunluğumun efendisi!

          Sustum dünyanın bütün yaşanmışlıklarına.

          Feryadım oldu sessizliğim, sana duyuramadığım ahımın inadına.

          Senin narınla yanmayan her yürek eksikti aşkın tanımına.

           Yok, artık bi cümlem.
           Hangi harf bi araya gelir de anlatır ki gece karası gözlerimdeki tufanı?

           Kaç hüzün bir Yusuf eder?

           Kaç yangın Yusuf’un kıvılcımına değer?

           Ben yandım bu ateşte.

           Ne gördün düştüğüm cehennemi ne de duydun Yusuf bir tek sitemimi.

           Sustum! Benim bir nazarıma bin canımı verdiğim sevgili.

           Sana yitirdim bütün cümleleri.

           Sana sustum yusuf’um!

           Değil mi ki söylediklerim hicranım oldu.

           Seni gel diye çağırmam, yokluğunun sebebi oldu.

           Şimdi vuslatına susyorum Yusuf.

           Duyuramadığım feryadımın inadına…

           Suskunluğun tılsımlı fısıltısına ancak bu denli bir nefes üflenirdi ki harflerden önce sukut alevlensin. Sönmesin har-ı sevda, şiirsel cümlelerde suskunluğunun serencamını dile getiren nameleri sana armağan ediyorum ey yârim.

           Ah benim yaralı gönlüm. Ah benim uslanmaz kadınlığım. Yalnızlıklarım. Yangınlarım. Ah iflah olmaz sevdam, ah ki ah!

           Herkesin yarım bir sevdalığı yama giymiş umutları vardır. Ömür ya sevdayı ya yamayı tel tel söker.
           Yusuf sen benim kalbimde değilsin. Sen benim kalbimsin.

           Senin bir adında melahim olsun ey Yusuf. Yani bir vehim, bir hayalet. Hayal ettikçe varlığına daha çok inanamadığımsın.

           Şimdi zindanda uyuyor musun yusuf’um? Bilesin ki yâri uyuyanın yarası uyumaz. Efkar yüklerken zaman, ben geceye eflatun ölümleri göğsüme sürüyorum. Seni bir sır gibi saklarken içimde bilemedim kilitlerin pas tutp seni bana getiremeyeceğini. Bilemedim. Şehir, geceyi sürme sürme çekerken gök yüzünden ben yokluğunun ölüm pençesinde can veriyorum.

           Ey rüyaların ustası! Ey yüreğimin mahşeri! Ey gözlerime ölü toprağını sürme diye çektiğim! Her rüyayı yorarsında sana meftun, sana mecbur şu yüreği yormak nedir bilmezsin. Yoruldum Yusuf! Ne aklına geldim ne de aşkına. Bu nasıl bir yıkım Yusuf? Bu nasıl bir sur? Sen üfledikçe araf bende doğuyor.

           Bana bir aşk verseydin sana üstüne şahadet edilesi bir sen verecektim. Unutma, mahşerde yüreğin senden sorulur! Terim akar ölü tenlerin peşinden, hayallerim cennet imzalı, hasretlerim cehennem imalı. Nerey baksam, kimden kaçırsam  bakışlarımı hep gözlerim Yusuf yüzlüme düşer. Havva’sını buldu Adem Arafat’ta, benimse her yürüyüşlerim çıkar araf’a. 




                                        EVVELİMDİN AHİRİM DE OL


           Aşkını kalbime, kalbimi adına, adını yüreğime, yüreğiğmi sana yazdığım sevgilim!
           Ey! Benim zindanım, ışığım, tek bir nazarına bin ah’ı sığdırdığım yar! Sen ki anlatamadıklarım, korkum.

           Seni gördüğümden bu yana yeryüzü kelimeleri yetersiz aşkımı anlatmaya.

           Ya Yusufsuzluk  ah! Nasıl anlatırım, yoktu Yusuf’tan öte bir sözcük. Söyle! Hangi acı Yusufsuzluktan daha büyük olabilir ki? Yusuf’un ateşi bedenimde hapis iken hangi kahır fırarım olur. Duy beni Yusuf! Söylenmemiş sessiz cümlelerdeki haykırışımı, sen duy ki, dünya lal olsun aşkın yaşanmamış her haline, aşkı anlamayan ölü kalplere. Sendin aşk, varlğınla cümle cihanı yok saydıran, nurunla aşkı bulup kendi bedenimde yok olan. Sabrım sen kadar benim sadrım yusuf’tan öte.

            Gece ve gökyüzü, yıldızlar, ay ve tan. Sen ve ben sevgilim, biricik sevgilim.
            Hepimiz aynı aşkı yaşıyoruz. Tutku ise… ah o tutku yok mu? Sabaha kadar o tutku bizi besliyor.

Bize zevk diliyor. Hadi gecenin gözü önünde hayatımızı yaşayalım. Güneşede ”gel ama bir yıl sonra gel, önce değil.” Diyelim. Bu bütün bir ömre bedel bir aşk gecesi. Böyle bir gecesiz ömür nedir ki?

            Aşk böyledir; vuslat, naz, razı olmak ve küskünlük.

            İşte biraz neşe, biraz elem. O kalbimin aşkıdır, bana küsken bile kalbim ondadır.
            Ona mahkum olmam hoşuma gidiyor. Ne kadar şanslıdır bir kez olsun aşkın merhametini tadanlar ve onun katılığıyla tanışanlar. Ömrü boyunca aşkın tatlılığını tatmayan kalbin vay haline. Bazen aşkın güldüğünü görürsün ama içinde hüzün ve haykırış vardır.
            Kalp ruhsuz yaşarken onun ilacı aşktır. Kalbimin aşkı suçlarken yine de seni seviyordum Yusuf.

            Yalnızlıkla geçen uzun bir zamandan sonra gözlerin hatırı için aşkına vuruldum.
            Gözlerimi kamaştıran sen olmasaydın.

            Hüzün sesinde gömülmüş iniltiler şeklinde yudumluyorum. Sen ise yakalamayayım diye bakışlarını nefesinin arasında saklıyorsun.bilmem aşkın getirdiği hüzünlerden mi korkuyorsun yoksa suçlamaktan mı? Korkun mu yoksa seni sessizliğe gömen?

            Bir çocuk kalbi ile geldiğinde konağın ilk gününde, sabahın yanağındaki çiğ tanesindeki ışık gibi. Aşkın yolunu mutlulukla doldurdun ve beni üzüntüde gördüğünde korkmuş yorgun bir çocuk gibi ağladın. Hiçbir keder beni sarsmazdı. Ne de ben aşka merhaba derdim.

            Senin göz kamaştıran sevgin olmasaydı.

            Ben bende değildim Yusuf. Genzimi hep yaktı kokun. Ne zaman akşam olsa, kalakalsam kadınlığımın yalnızlığı ile tazelenirdi hep o bildik koku. Güzdüzleri seni uzaktan da olsa görebilme tesellim vardı. Ya akşamları? Ya hercai geceler? İşte gecelerce kendime sık sık tekrarlıyordum: ne yapabilirdim? Nasıl dayanırım Yusuf iki adım ötende iken onsuz sabahlamaya? Ah gece tekinsizliğim. Gece yalnızlığım. Gece canımı çok acıtıyor, duyuyor musun Yusuf?

             Ey gözümün vurgunu Yusuf! Seni günaha davet ettiğim gecenin öncesinde, kendi kendime neler mırıldanmıştım neler. Söyleyen ben. Seslenen ben. İşiten ben. İnleyen ben. İnleyişimin fısıltı nameleriyle seni beklemenin heyecanındaydım. Sesleniyordum öylesine:
             “gel ki ömrün bütün aşkını, aşkla bitirelim bu gece.

              Gel ki ömrün bütün özlemini kalpten yaşayalım bu gece.

              Sanki aşkın aşk gecesi bu gece.

              Fısıltı ile yürüyen geceyi sesimizle terletelim. Gel bekletme!

              Ey sevgilim bu senin gülümsemen, işte adımın işte gülüşün işte sen, nurunla, gölgenle ve inceliğinle. Elini elime alacağım ve gözlerini gözlerimle kucaklayacağım.

              Bir ömür gecesi yaşayacağız dünyanın ömrüne bedel bu gece. Gel rüyalara, aşka, ilhama gel.

              Biz sabahlayalım başkaları uyusun.”
              Belki de bu seni son çağırışımdı. Aşkınla yanan kalbimin kalbine değmek istemesinden daha doğal ne var ki. Bir kere olsun değseydi ellerin ellerime, bir kere olsun sarsaydı kolların aşkınla titreyen bedenimi, en büyük günahımız bu olsaydı. Senin için söylediğim, işittiğim inlediğim bütün cümlelerimi bir kez de sana dillendirebilseydim.

              Ey sevgilim, ey özlemin kokusu, ey özlem gecelerinden kısmetim olan hangi şiir? Gözlerindeki sözler, en güzel sözleri kıskandıran hangi koku? Ellerindeki güzel kokunun olduğuğnu söylerken dudaklarındaki bahardan, gözlerindeki gecelerden, yanaklarındaki alevden, ellerindeki merhametten bir yolculuk içinde ruhum kayboldu ve kayboldum.

              Her kayboluşun ardından kendimi aradıkça bende seni buldum. Bana baktım seni gördüm değmemişken ellerin ellerime, ellerim oldun. Buluşmamışken gözlerimle gözlerin gözlerim oldun. Benden öte ben dünyadaki cennetim oldun.




                                                     AH AŞKIN ELİNDEN


             Ey nur kokulu sevgili!

             Ey bana benden değerli olan.

             Ey dünün sevgilisi ve şu anın sevgilisi.

             Ey yarınların sevgilisi.

             Bir senin için hayatımı sevdim. Yanında olayım, kalbinin kucağında bırak rüya göreyim.

             Ey sevgisi ile bütün dünyayı sarmalayan.

             Sana daha önce kimseye söylenmemiş bir kelime ile seslenmeyi umuyorum. Bütün aşkına denk bir kelime, bütün özlemlerime denk bir kelime, senin gibi bir kelime.

             Senin özgürlüğün benim tutsaklığımdı hep. Hep senin yüzündeki o kutsal ışığı diledim. Ben diledikçe içim daha fazla kanadı. Sen acının ve kaybın olduğu her yerdin. Sermiştim gözlerime seni. Senden gelen ayak seslerinden aşk akıtmıştım geceye.

             Şimdi ise hayat nazire yapıyor. Bize bizle karşılık veriyor ama nafile.

             Gözüm gözüne ilk değdiğinde aramızdaki özlem yolunu bildi ve kalbime seni sorduğumda dedi ki: “Seni sevmenin ateşi cennettir.” Kalbimin dediğine inandım. Ama aşkın beni şaşkın bıraktı ve uzak kalışın beni uyutmuyor. Gözyaşlarım akıyor sen hicrandayken. Beni unuttun mu yoksa hatırlıyor musun diye? Ve ömrümde seni sevmekten şikayet etmem. Aşkım ne kadar yaksa da seni seven ve sana aşkını benden daha çok koruyanı kıskanırım.

             Ömrüm boyunca aşktan çekindim. Aşkın hikayelerinden ve sahiplerine çektirdiklerinden hep korktum. İçinde hep gözyaşı, feryat figanalar olan ne çok hikayeler biliyorum. Ama bilmiyordum ki en hazin göz yaşları ile yazılan hikayenin kendi hikayem olduğunu. Ömrüm boyunca “Ne özlemi ne de özlemin gecelerini kaldırabilirim. Ne de kalbim buna dayanabilir.” Diyordum. Senin gözlerinse bambaşka. Kalbimi benden alarak sana aşık olmamı emrettiler. Ve böylece kendimi aşkın içinde erirken buldum.

              Bazen kalemde hamuş olur, lal olan kağıda dökemez kelimelerin aşka bürünmediği hallerde. Bazen bir söz yapışır yüreğinize, üstelik her bir harfi közlere rüzigar bir söz. O cennet saflığından süzülen bir söz gülümsetir gönlünüzü: “ne güzeldir beklenen gelecekse, yolda gözleri, kulağı haberde beklemek.” Bir cümle yazdığında sevdiğine, sevdiğinin ise defalarca okuyup, her okuduğunda ayrı manalar çıkaracak kadar yoğunsa hassiyeti. Vw sözün tılsımı bir nehir gibi akmaya devam eder: “ ne mutlu sevilene… Ey yar, özlemin bir adı da gözleri yola düşürmekse bil ki sen gelmeden önce seni görecek gözleri adımlarına inci diye serdim. Aşkın bir anlamı da feda değil miydi? Bir çift gözü gelişine feda etmemi çok görme, ben seni gönül gözümden sevdimişim. Ömrüm yaşlanmış, yüreğim yaşarmış değersin be Yusuf’um değersin. Seni anlık görenler parmaklarından oldular, ben dünya ve ahiretlik sevdam için canımdan olmuşum çok mu!

             Ah Yusuf ah! Seni bir an gören parmağını kesti de yine de doymadı sana bakmaya. Anın açlığı da ömrü gibi kısa olur. Ya ben ne yapayım? Anım asırdır iflah olmaz. Yaram dermansızdır saran olmaz. Tenden de geçtim senden de ancak sevda öyle bir dert ki hırsız misali kovsan gitmiyor, çağırsan gelmiyor. Beni intiharlardan vazgeçiren yüzün, şimdi neden haram bana? Söyle Yusuf söyle!

             Yüreğimi tevbe ile yıkadıkça dışım kirlendi. Nil’e dokundum, masmavilik kızılcığa büründü. Beni hangi su aklar? Hangi cüzzamlı uykularda gömülüdür düş yetimi sevdam? Sök ey kader yazılarımı. Savrulsun çölün hiçliğine harflerim. Günahkar bir kadının acılarını hangi bakış süzer? O halde susmalıyım. Susmak ölümü çağırmak değil midir? Gel ölümcül sevdam, birlikte gidelim Yusuf’suzluğa.

              Aşkı ten sanıyordum, teni ise sen. İman nedir bilmezliğimle çokça günah biriktirdim. Bıktım dünyadan, düştüm düşlere. Aşkı yaşamayan bir kadının tek tesellisi değil midir gerçeğe masal kadar uzak düşler? Düştüm. Rüyalara düştüm. Düştüm. Yerlere düştüm. Ne kocam tuttu ne de gözdelerim tuttu ellerimden. Elimi tutan sadece aşktı, aşk. Görüntü değil. Ten değildi tutan, tuttuğu kadar yakan eldi. Sendin tutan. Sen de bilimiyordun kimi neden yerden kaldırdığını. Uyandım. Düştüm mermer zemine. Ah feryadım düştü dehlizlere. Yan odadaki hizmetçim uyandı da yataktaki kocam uyanmadı. Düştüm aşksızlığa. Düştüm. Gözlerime kaçan kirpiğe tutundum.

               Gözlerini hep gölgeler oyalamasın. Gölge oyunu gün batımı ile sona erer, geriye kalan acımtırak bir hüzündür. Hüznünü sev, tek içsel gerçeğin hüzündür. Aşk hüzündür!

               Aşkım yeter, tenimin kafesiyle düştüğüm kuyudan aşkımın tüyleriyle yükseleyim.

               Aşkım yeter, tenimin beni hapsettiği zindandan aşkımın kanatlarıyla geçip gideyim.

               Aşkla var olduğum yerde yine aşkla yok olayım.

               Rabbim, acıya razıyım ama gözyaşım bende kalsın.razıyım yoklukta var olayım.

               Yitirdikçe bulayım. Öldükçe doğayım.

               Canım çekildikçe aradan saf aşktan ibaret kalayım.

               Kelimelerin çarmıhında döndüm birkaç kıyametlik mesafede. Kıyamet arefesidir aşkta sürgünlük. Sürgünlüğüm apayrı bir mana kazanıyor. Konukluğumun garip bir menzilindeyim. Garipliğin hiç bu kadar sevimli gelmemişti bana. İçimdeki göğümden Yusufcuklar havalanıyor, ona giden yollarda. İçimdeki zindanlardan gül yüzlü Yusuf hürriyetine kavuşuyor. Ona giden yollarda, bir lütuf olan şehrime sultan olmaya gidiyor. Bir yusufçuk oluyorum kendi göğümde, bir Yusuf oluyorum şehrimde. Hiçbir iz kalmıyor kuru gürültülerden, ses anlamlı bir söze dönüşüyor hepten.

               Gözyaşlarımı damla damla nil’e akıtıyorum. Titrek parmaklarımla yırttığım gömleğe dokunuyorum. Nasıl mıyım? Sorma Yusuf sorma! Heyhat! Hayat üzerüme kefenini örtmüş de ben buna Yusuf sevdası adını vermişim.

                Ben seni ifşa etmedim Yusuf. Gözyaşlarım dile gelir korkusuyla hep içime akıttım seni,hep içime. Sen bir kuyuya atıldın bense doğduğum günden bu yana Yusuf kuyusundayım.

                Ben hüznümü  pazara çıkarmadım her ne kadar saray koridorlarında adım şirrete çıksa da. Ben sevdamı içimden bile sakındım, sakladım ismin şehir sokaklarında çirkef diye okunsa da. Ahlaksız diye anıldım evlerde. Dedikodular benimle başladı, son noktası yine ben oldum. Acuze dediler aldırmadım. Kıs kıs arkamdan güldüler, zoruma gitmedi. Herkesin ne dediği, ismimin nasıl anlatıldığı umurumda değildi. Senin yüreğini makamım bildim. Kim nasıl tanımlarsa tanımlasın. Söyle! Yusuf sen beni hangi kelimelerle tarif ederdin?



                 Yusuf, züleyha’dan gelen mektupları hiç cevaplamadı. Sadece taş duvarlara bakarak mırıldandı:

                 “ey Züleyha! Ey şeb-i yelda yüzlü! Bir hıçkırık çiz gözlerine ki ağlayışlarının nemi hiç kurumasın. Sükutun nabzından hiç el değmemiş çığlıklar kopar. Kopsun kıyamet. Hiç kimse aşkın masalınatemize çekemez iç kırıklıklarını.”

                  Aşk iffet demekti. Sonra iffetli olana sure sure, ayet ayet aşk okumaktı dilsiz dudaksız. Ser kalbine vuslatın seccadesini. Yüreğimde okunmamış bir ayetsin, oku beni!

                  Ah Züleyha! Bütün saraylar zindandır şimdi. Biliyorum. Ve hiç kuyudan çıkıp gelmez beklediğin ah! Bu biten günle beraber sen de gözlerini yum. Ayrı düşmek değil midir zaten ölümün diğer bir adı?






16 Ekim 2012 Salı

UÇAKLA NÜFUS KONTROLÜ


Alzheimer'a neden olan, toprağı ve ağaçları kurutan alüminyum, nano-parçacıklar, genetik mühendisliği ürünü patojenler, aşısı üretilmiş virüsler... Üstünüzden geçen uçağa dikkat edin...

Uçaklarla TOKSİK oranlarda alüminyum spreyleme ve alüminyuma dayanıklı GDO tohum.

1990 yılından beri havadan ilaçlanıyoruz

ABD, Avrupa ve Yeni Zelanda'da bu jet spreylemesinin yoğun olarak yapıldığı bölgelerdeki kar, yağmur, toprak ve su analizlerinden elde edilen sonuçlarda yüksek oranlarda ağır metallere, diğer bazı parçacıklara ve toksik patojenlere rastlandığı bulgulanmış. Bu toksik ağır metallerin bazıları ve en önemlileri Alüminyum, Baryum, Strontiuum, Etilen Dibromid. Ayrıca Körfez Savaşı’ndan evlerine dönen ABD askerlerinin yüzde 45’inde görülen Mycoplasma Fermentes Incognitus gibi genetik mühendisliği ürünü patojenler ve bilinmeyen nano-parçacıklar da bulgular arasında. Araştırmacılar spreylerde morgellon patojeni bulduklarını da belirtiyorlar.

Sanayi olmayan bölgede ölümcül miktarda alüminyum

ABD’de yüzlerce kilometre çapında, hiçbir endüstrinin olmadığı ancak uçak spreylemesinin yoğun olarak yapıldığı Shasta Dağı’nın yüksek bölgelerinde ABD Tarım Bakanlığı (USDA) biyologlarından Francis Mangelis’in yaptığı araştırmada alınan numunelerde 61100 gu/l Alüminyum, 83 ug/l Baryum ve 383 ugl/Strontiyum’a rastlanmış. Buradaki Alüminyum normalin 60.000 kat fazlası. Biyolog Mangelis’e göre bu bölgede toprağın pH’ı da 10 ila 12 kat artmış. Mangelis’e göre bu toprakta tarım yapılması mümkün değil. Mangelis aynı bölgede benzer bulgular elde eden 30’a yakın araştırma olduğunu söylüyor. Bu araştırmalarda alınan numunelerde de yine normalin 30.000 ila 50.000 katı oranında alüminyuma rastlanmış. Buradaki Alüminyum hiçbir sanayinin olmadığı bir bölge için öldürücü derecede yüksek bir oran. Yine ABD’nin Phoenix eyaletinde yapılan bir araştırmada havada normalden 39.000 kat fazla Alüminyuma ve 17.000 kat fazla Baryuma rastlanmış. Yeni Zelanda’da yağmur sularında yapılan ölçümlerde kana karıştıktan sonra beyne kadar ulaşıp Alzheimer hastalığına neden olabilecek nano-alüminyum parçacıklara ve bağışıklık sistemini baskılayıcı Baryuma rastlanmış. Yine konuyla ilgili araştırma yapan gazeteci Will Thomas’ın raporuna göre spreylenen bölgelerde yapılan yağmur analizlerinde yeni türetilmiş kimyasallar ve alüminyuma rastlanmış.

Yani jeomühendislerin eskiden inkar ettiği atmosferin spreylenmesi konusu artık açıkça dillendirilmeye başlandı. Environmental Materials Reference Başkanı Alvia Gaskill’e göre aslında stratosfere Sülfür ya da Alüminyum salınması suretiyle güneş ışınlarının yansıtılması ve küresel ısınmanın önüne geçilmesi fikri yeni bir fikir değil.  Yüce bir amaç için insanları öldürmek...

AAAS’ye göre stratosferin spreylenmesinin küresel ısınmaya, kuraklığa ve ozon tabakasına faydası olacak. Ancak aerosol spreyi araştırmacılarına göre bu spreyler arı kolonilerinin toplu ölümünden, son zamanlarda görülen toplu kuş ve balık ölümlerinden ve bazı hayvan türlerinin yok olmasından sorumlu.

What in the World Are They Spraying filminin yapımcısı Edwin Griffin’e göre atmosfer insanlığın isteği dışında ve hiçbir ön araştırma yapılmadan 1990 yılından beri NATO’ya üye ülkelerin askeri ya da sivil uçakları tarafından spreyleniyor. Bu spreylerde Sülfat değil ama daha çok Alüminyum kullanılıyor. (Türkiye’de de 24 NATO Üssünün olduğunu unutmamak gerekir).

Alüminyum gibi toksik olduğu bilinen tonlarca kimyasal (şu ana kadar 200 milyon ton salındığı tahmin ediliyor) maddenin her gün spreyleme yöntemiyle atmosferimize, suya, toprağa karıştırılmasının arkasında nasıl bir mantık olabilir? ASSC toplantısına katılan jeomühendislere göre alüminyum küresel ısınmayı geri çevirmek için kullanılabilecek Sülfata göre daha ucuz ve daha etkili bir madde. Ancak Dr. Jammy L. Born’a göre alüminyum doğada çözülmesi onlarca yıl süren kanserojen bir madde. Yine Dr. James Rot’a göre alüminyum organizmada biriken toksik bir madde. Son araştırmalar ABD’de Alzheimer hastalığının son derece yüksek oranlarda arttığını gösteriyor. İşin ilginç yanı, Alzheimer hastalığında etken olan maddelerden birinin Alüminyum olması. Alüminyumun toksik oranlarda özellikle üst solunum yolları hastalıklarına neden olabileceği belirtiliyor. Astım, bronşit, pnömoni ya da nezle benzeri hastalıklar da alüminyum kaynaklı artabiliyor. ABD’de sigara kullanımı azalmasına rağmen solunum yolları hastalıkları 8. sıradan 4. sıraya yükselmiş ve spreyleme nedeniyle 5 yıl içinde 3. sıraya yükselebileceği vurgulanıyor. spreylerde tespit edilen Baryum toksik oranlarda insan bağışıklık sistemini çökertiyor.


Bir kimyasal spreyleme yapılırken çekilen video kaydı:
http://www.youtube.com/watch?v=bSSWnXQsgOU 

Kaynaklar:
www.stopgeoengineering.org
http://chemtrails.foroactivo.com
www.geoengineeringwatch.org
www.aircrap.org
http://chemtrail.wordpress.com
http://www.2012.com.au/HAARP.html
www.weatherwars.info




Alüminyuma dirençli gen ile GDO tohum


Peki tam bu gelişmeler olurken Alüminyuma dayanıklı gen için ABD Patent Enstitüsü’ne başvurulmus olmasını nasıl açıklayacağız? Tesadüf mü? 1 Eylül 2009’da alınan patentin adı Alüminyum Resistant Gene (Alüminyuma Dirençli Gen) ve Patent Numarası: 7582809. NY Ithaca’da Cornell Üniversitesi’nde geliştirilen patent ABD Tarım Bakanlığı ile Brezilya Tarım Araştırmaları Kuruluşu’na verilmiş.

Zamanla aşırı alüminyum konsantrasyonu nedeniyle organik tarım yapmayı bırakın, tohumun bile filizlenmeyeceği topraklarda pek yakın bir zamanda Monsanto ya da bir diğer GDO şirketi hemen imdadımıza mı yetişecek yoksa? Bunu zaman gösterecek.

Neden?

Spreylemenin nedenleriyle ilgili tahminlerde bulunmak için belki erken ama şu an için spreyleme ya da stratosfer aerosol jeomühendisliğinin nedeni olarak ileri sürülen teorilerin birkaçı şöyle:

• Baryum ile de denendiği söylenen HAARP adlı bir diğer jeomühendislik teknolojisinin bir parçası olarak
• “Yemek yemek ve boşaltmak dışında bir işe yaramayan” gereksiz kitlenin (yani bizlerin) nüfusunun azaltılması için
• Laboratuarda oluşturulmuş bazı patojenleri salmak ve çözüm olarak ilaç ya da aşı satmak için (Hegel diyalektigi = Problemi yarat, tepki gelsin, sonra çözümü sun).
• Spreylenen maddelere dayanıklı GDO’lu tohumları patentleyerek dünya gıda tedariğini tam kontrol altına almak için
• Kimilerine göre bu Pentagon ve büyük ilaç şirketlerinin ortak bir projesi.
• Elektromanyetik deneyler
• Hepsi

Zamanla sanırım tüm bunlar bir açıklığa kavuşacak. Ancak eski FBI görevlisi Ted Gunderson’a göre Toksik Spreylemenin varlığı konusunda hiçbir şüphe yok. Bu bir gerçek. Nedeni ne olursa olsun bir soykırım ve cinayet işlenmekte. Ve buna bir an önce son verilmeli.




SAĞLIKTA BÜYÜK OYUN


Küresel elit, doğum kontrolü ve nüfusun azaltılması için dünya çaplı bir operasyon başlattı

Bu amaçlarını, aşılar ve genetiği değiştirilmiş temel besin maddeleriyle gerçekleştirmeyi planlıyorlar.

21. yy küresel elitlerin yok etme teknikleri oldukça gelişmiş. 

GAVI ALLIANCE(KÜRESEL AŞI VE AŞILAMA BİRLİĞİ)

GAVI Alliance, 2000 yılında Gates Vakfı'nın yardımıyla kurulmuştur ve amacı, üçüncü dünyanın hepsini aşılamaktır. GAVI organizasyonunun üyeleri; gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal hükümetleri, Bill ve Melinda Gates'in, Çocukların Aşı Programı, Uluslararası İlaç Fabrikaları Birliği(IFPMA), Rockefeller Vakfı, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü(WHO), UNICEF. 2000 Aralığında, Sr. William H. Gates, şunları söylüyor:

''Rockefeller Vakfı'ndan aldığımız ilhamla vakfımız, bir GAVI enstrümanı olan Çocuk Aşıları Global Bütçesine 750 milyon dolarlık katkıyı taahhüt ederek GAVI'yi başlatmıştır.''

Gates aynı zamanda Rockefeller ailesini de sürekli övmekten geri durmuyor:

''Öyle görünüyor ki döndüğümüz her köşede, Rockefeller ailesini görüyoruz. Hatta bazı durumlarda onların çok ama çok uzun zamandır zaten orada olduğunu fark ediyoruz.''

Rockefeller Vakfı'nın bağışladığı parayla, Dünya Sağlık Örgütü'nün geliştirmiş olduğu kısırlık aşılarını kanıtlayan dağ gibi dokümanı düşünecek olursak, milyonlarca insana aşı sağlayan GAVI gibi küresel bir mekanizmanın varlığı, en hafif ifadesiyle endişe vericidir. Bill Gates'in yakın bir konferans sunumundaki şu sözleri çok ilginç:

''Dünya'da 6,8 milyar insan var ve bu rakam 9 milyara doğru çıkıyor. İyi bir aşılama programı ve sağlık hizmetiyle bunu %10-15 azaltabiliriz.''

KISIRLIK AŞILARI

Jurriaan Maessen'in rapor ettiğine göre, GAVI'nin ortaklarından olan; Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler Popülasyon Bütçesi, Dünya Bankası'yla 1970'lerde ''Üreme Düzenlemesi Aşıları İşbirliği'' adı altında bir araya geldiler. Buna göre; bu işbirliği grubu, birçok araştırmalar yaparak kısırlık aşısı üretimini koordine etmektedir. Bu grup, sperm ve yumurta engelleyici aşılar üzerinde çalışmakta ve bir anti-hCG aşısı üretmekte başarılı olmuştur. 1989'da Yeni Delhi'deki Ulusal İmnoloji Enstitüsü'nde HCG'nin taşıyıcılar yoluyla insana nasıl aktarılabileceği konusunda araştırmalar yapmıştır. Konuyla ilgili Oxford Üniversitesi yayınları 1990'da bir makale çıkartmış ve Rockefeller Derneği, çalışmayı finanse edenler listesinde yer almıştır.

Tetanoz aşısıyla hCG'nin insana taşınması sonucu, kadınlar kısırlaştırılmakta ve hamile kadınların çocuğunu düşürmesi sağlanmaktadır. Kısırlık aşılarının başarıyla gerçekleştirilmesinden sonra, hCG aşıları birçok üçüncü dünya ülkesinde kullanılmıştır. BBC'de yayınlanan insan laboratuvarı belgeselinde, Filipinli kadınların aşı sonucunda nasıl kısırlaştığı anlatılmıştır. BBC'deki programdan bazı alıntılar:

Mary Pilar Verzosa: Kadınlar tetanoz aşılarının üzerimizde neden farklı etkileri olduğunu soruyordu. Aşıdan sonra adet döngülerimiz tamamen bozuldu. Bazılarımızın kanamaları ve düşükleri oldu, erken dönemde bebeklerini kaybettiler. Semptomlar, aşıdan hemen sonraki gün ya da hafta içerisinde başladı. 3-4 aylık hamile olanların düşükleri gerçekten tehlikeliydi.

Tayland'daki yerel bir topluluğun ifadesine göre, çocuklarına kimlik kartı alabilmek için, hamile kadınlara tetanoz aşısı zorla yaptırılıyor. 3. Dünya'nın kırsal kesimlerinin korkuları, kısırlık aşısı araştırmalarını görmezden gelen medyanın, efsane ya da dedikodu şeklinde lanse etmesi sonucu önemsenmiyor. Aşıların güvenli olduğunu iddia eden kuruluşlar, aynı zamanda nüfus azaltma çalışmaları yapan kuruluşlardır. UNICEF'den Etiyopyadaki güney uluslarının sağlığıyla ilgilenen bir yetkili Tersit Assefa diyor ki:

''Ortalarda aşıların kadınları kısırlaştıracağına dair dolanan saçma-sapan dedikodular var. Ama burada köyün yaşlıları, kadınları aşı olmaları için cesaretlendirmek için çalışıyor. İğne aşı yapmanın en bilindik yolu olsa da, Rockefeller derneğinin finansal destekleri sonucu yeni teknolojilerde geliştirildi. Ağız yoluyla alınabilen aşılar, sosyo-kültürel olarak daha kabul edilebilir bir alternatif olarak gözükmektedir. Diğer bir deyişle, aşıyı sıradan bir muz yiyerek almak, koluna bir iğne vurdurmaktan çok daha az dirençle karşılaşır.''

Bilimsel bir derginin, yenilebilir aşılarla ilgili ifadesi şöyle:

''Yenilebilir aşılar, edinmesi kolay, fiyatı uygun, saklaması kolay, bozulmayan ve sosyo-kültürel olarak özellikle fakir ülkeler tarafından kolaylıkla kabul edilebilen aşılardır. Başta sadece hastalıkların engellenmesi için geliştirilmiş olan bu aşılar, aynı zamanda bağışıklık sistemi hastalıklarının engellenmesi, doğum kontrolü ve benzeri amaçlar için de kullanım alanı bulmuştur.''

İnsanlığa karşı savaş, global elit tarafından sürdürülmektedir. Bu operasyon, dünya çapındadır ve eğer hayatlarımızı gelecekte olacakların korkusuna göre şekillendirirsek, bu bizim yenilmemize sebep olur.

Kaynak: Daniel Taylor, ''Vaccinate The World: Gates, Rockefeller Seek Global Population Reduction''


14 Ekim 2012 Pazar

KOLA


- Cola , doğum kontrol ilacı olarak üretilmişti. 9 yıl eczanelerde satıldı. Başarısı görülünce, içecek haline getirilip, seri üretime geçildi.

- 1942 lerde Meksika’da ilk kez üretilen hibrit tohumların ilk ekimleri, Türkiye, Hindistan ve Pakistan’da yapıldı (1943). (O dönemlerde batı kökenli ‘ herşey’ çok rağbet gördüğü için bu uygulama bizde kolaylıkla yapılmıştı… )

- David Rockfeller 1952 de ( 18 yaşında) Dünya Nüfus Konseyini kurdu. 

Amaçları : Dünya nüfusunu azaltmaktı (doğum kontrol ilacı üretimi, nüfus planlaması projeleri uygulamaları).
O dönemde, 2000 li yıllarda dünya nüfusunun 70 milyarı aşacağı söylemiyle pek çok ülkeyi kandırmayı başardılar.

Not : Rockfeller vakfı 1980 lerde Türkiye ye aşı bağışında bulundu 

Bu aşıların aynı zamanda KISIRLIK yapıcı etken maddeler içerdiğine dair bazı şüpheler var .

ABD deki THE GEORGIA GUIDESTONE adı verilen ve 1979 kimin tarafından dikildiği bilinmeyen (!) devasa kayaların üzerinde şu not yeralıyor :

" Dünya nüfusunu 500 milyonun altında tut ! "

- GDO lu gıdada, sadece hayvan genleri değil , insan genlerini de kullandılar.

- Gıda ve ilaç sektörlerinin kontrolüyle, hem nüfus azaltılması hem de düşünemeyen uyuşuk beyinli ,korkak, cesaretsiz, zaaflarının esiri insan kitlesi oluşturma konusunda bir taşla çok kuş vuruyorlar…

-Bugün Türk halkının ¼ ü kısırdır. 


25 Eylül 2012 Salı

Fulbright Eğitim Komisyonu!


'27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde,

Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi.

ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kuruldu.

Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonu idi.

Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk'tü.

Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Gençler bir ulusun geleceği demek değil midir? Türk ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu.

Bu kadarla kalsa neyse, komisyon herhangi bir konuda karar verirken oylar 4 evet, 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız; O tarihte Ankara'da bulunan Amerikan Büyükelçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı.

Çok açık değil mi, Türk gençlerinin ne tür bir eğitimden geçeceği, derslerde hangi konuları ne tür boyutlarda öğreneceği, Amerikalılara bırakılmıştı. Bu tür bir uygulamayı, ancak sömürge ülkelerinde görebilirsiniz.

Daha acısını söyleyeyim;

O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan Atatürkçü hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmayı düşünmedi.

27 Mayıs 1960 İhtilalini yapanlar, kendilerini 'devrimci' olarak niteleyenler, Fulbright Eğitim Komisyonu'nu ortadan kaldırmadılar!

Atatürkçü ve halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez Hükümet kurdu. Neden Fulbright Eğitim Komisyonu'nun sonunu getirmedi?

Her yıl Köy Enstitüleri'nin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına, 'Türk çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez' diye neden ayaklanmadılar?

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright Eğitim Komisyonu, 63 yıldır aralıksız yürürlükte kalmıştır.'

Komisyondaki isimlere dikkat!

'Bakın size, 2012 yılında Fulbright Eğitim Komisyonu'nun kimlerden oluştuğunu sayayım:

* John Tomas Maccarthy (Başkan), ING Bank Türkiye Müdürü,

* Scott F. Kilner, ABD İstanbul Başkonsolosu,

* Mark A. Wentworth, ABD Büyükelçiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı,

* Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şirketi, Adana,

* Prof. Dr. Ahmet Ademoğlu, İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü,

* Engin Soner, Dışişleri Bakanlığı İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı,

* Doç. Dr. Ömer Açıkgöz, Milli Eğitim Bakanlığı, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürü,

* Prof. Dr. Ekrem Tatoğlu, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Dikkat etmişsinizdir. Sekiz kişilik Fulbright Eğitim Komisyonu'nun 4 üyesinin Amerikalı, 4 üyesinin de Türk olması gerekirken, 2012 Komisyonunda sadece 3 Amerikalı bulunmaktadır. Yani dengeler değişmiş midir? Hayır. Komisyonun Türk üyelerinin tamamı Amerikanın has hizmetkârları olduğundan, artık Amerikalılar için üye sayısının 4'e 4 olması gerekirken 3'e 5 olması hiçbir önem taşımamaktadır.

Son 60 yılın yüksek Komutanları da Fulbright Eğitim Komisyonu'na karşı tavır almamışlardır.'

Bu satırlar Yılmaz Dikbaş'ın Enki Yayınları'ndan yeni çıkan 'Atatürkçüler Yenildi' isimli kitabından...

Şöyle bir soru akla gelebilir; 1946'dan günümüze milli ve manevi hassasiyetleri olan Hükümetler de kuruldu; örneğin 1980 öncesi MC Hükümetleri ve antidemokratik 28 Şubat süreci ile alaşağı edilen Refahyol Hükümeti gibi... Bu Hükümetler döneminde Fulbright Eğitim Komisyonu'na neden son verilmedi? Gerek MC Hükümetleri döneminde gerekse merhum Erbakan'ın Başbakanlığını yaptığı Refahyol Hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı diğer partilerin milletvekillerinden oluşuyordu.


30 Temmuz 2012 Pazartesi

oyun içinde oyun - ORTADOĞU



     Nedir sizce bu ortadoğunun hali herşey cok garip bir şekilde ilerliyor sonuç hiçte iç açıcı olacak gibi görünmüyor ve bencede kötü bir sonuç doğuracak.baksanıza Amerika mübarek barış güvercini gittiği her yere demokrasi insan hakları götürüyor. Irak Libya derken sıra Suriye de ardı da kesilmeyecek ta ki tüm ortadoğuya hükmedene kadar.


       Peki bunları ABD nasıl oluyorda işin içinde hiç görünmeden bu dümenleri çeviriyor..benim görüşüm çok basit şekilde yapıyor, planlar büyük olduğu için ve geniş zamana yayılmış olduğu için rahatça şeytani planlarını gerçekleştiriyor. Bildiğim ve araştırdığım kadarıyla Libya (Kaddafi) adamı öyle bi lanse ediyorlar ki sanırsınız ki dünyanın altını üstüne getirdi../kaddafi/ Bu linklerde göründüğü gibi adamın hiç bi kusuru yok kendinizde araştırabilirsiniz.önce yavaş yavaş hiç acele etmeden medyada o insanı diktatör zalim acımasız olarak gösteriliyor; tabi ki bu medyada onların elinde amerikada CNN BBC CBS NBC gibi Türkiyede medya patronu doğan gurubu yani KANAL D, FOX, SHOW TV, CNN TÜRK, STAR gibi... Kanallar sadece bunların istediklerini bize gösteriyor yani biz neyi görmenizi istersek ancak onu görebilirsiniz diyorlar bu resimde olduğu gibi /medyanın gerçek yüzü/ libyada bir grub üç beş çapulcu topladılar dönüp dolaşıp aynı şeyi bize gösterdiler oysa Libyada hiç bir sıkıntı yoktu ve halk hayatından gayet memnundu. Bu dümenler CIA tarafından çevriliyor. CIA son yıllarda ortadoğuya yoğunlaşmış durumda büyük yatırım yapıyorlar.Sonuç olarak geldiler devirdiler ve artık ellerinde istedikleri adamı getirip domokrasi insan hakları gelmiş oluyor. Artık dünyanın Libyada olan bitenden haberi var mı? çoktan unutuldu bile oysa şimdi orası kan ağlıyor, bölünüyor, sömürülüyor sonuç hüsran bunlar tüm dünyanın gözü önünde oluyor.


       Suriyede de olacak olan aynı şey Esad CIA tarafından kontrol ediliyor bir takım medya yine görevine başladı yine yavaş yavaş savaş felaket derken olan yine her zaman ki gibi müslümanlara olacak.İş biraz daha ciddiye binince BM suriyeye girme planı yapacak hatta bu planlar yapıldı bile ardından amerikanın küresel gücü NATO devreye girecek ve Suriyeye domokrasi getirecekler diğer ortadoğu ülkelerine getirdikleri gibi.biraz kıyım olacak Esad güçleri diye muslümanlar kırılacak.yeni bir lider yeni suriye doğacak sıra bir başka ortadoğu ülkesine..kan emiciler asla durmayacak ve kimse bunu dur diyemeyecek.görecegiz bakalım muhtemelen sırada İran var İrana nasıl bi plan uygulayacaklar. Türkiyeyi saymaya zaten gerek yok Abdülhamit sonrasından beri onların kontrolündeyiz.

                                                                                                                         Recep BEŞİRLİOĞLU



8 Haziran 2012 Cuma

KADDAFİ gerçeği


-Kaddafi’ye göre ev sahibi olmak bir insanlık hakkıydı. Bu doğrultuda da yeni evlenen çiftlere ev alabilmesi için 50 bin dolar para verilmiştir.


-Kaddafi’nin Libya’sında elektrik herkes için parasızdı.


-Yeni evlenen çiftlere kendi evlerini alabilmeleri için 50 000 dolar ödeniyordu… Ve elektrik bütün Libya halkına bedava idi.

Hayır, uydurmuyorum. KADDAFİ kendi ana babası ev sahibi olmadan önce bütün Libya halkını ev sahibi yapacağına yemin etti.
 Ve sözünü tuttu…babası öldüğünde evi yoktu.

-Kaddafi’nin Libya’sında tüm sağlık hizmetleri hem kaliteli hem de parasızdı.


-Kaddafi dönemi öncesi Libya’nın yalnızca %20 si okur-yazardı. Kaddafi kısa bir zamanda eğitime verdiği destekle bu oranı %83 lere çıkardı.


-Kaddafi eğitime büyük önem vermiştir, okuryazarlığı desteklemiş, ilerleyen zamanlarda devletin durumunu yeterli seviyeye getirdikten sonra öğrencilere çok kaliteli bir eğitim ve gerekli burslar sağlamıştır.


-Eğer bir Libyalı araba alırsa, bedelin yüzde 50′sini hükümet karşılıyordu…petrolün galonu 14 cent idi. Bakalım bundan sonra Libyalılar kendi petrollerine ne kadar ödeyecekler.


-Kaddafi, Amerika’ya petrol satışlarında dolardan Afrika Dinarı dediği altın karşılığı ticarete dönmeyi tasarlıyordu.Kaddafi’nin bu tutumu üzerine Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, Kaddafi’yi “insanlığa karşı en büyük tehlike” olarak ilan etmişti.


-Kaddafi döneminde, eğer bir vatandaş gerekli eğitimi ya da sağlık hizmetini Libya’da bulamazsa, devlet tarafından yurtdışına gönderilirdi.


-Kaddafi’nin Libya’sında merkez bankası, devletindi. Kaddafi sonrası merkez bankası, Küresel Çete’nin en başta gelen yamyamı Rothschild’in eline geçmiştir.


-Kaddafi’nin Libya’sında, araba satın alan vatandaşa, araba fiyatının yüzde 50’si verilirdi.


-Kaddafi’nin Libya’sında, vatandaşlar bankadan yüzde sıfır faizle kredi alırlardı..


-Kaddafi döneminde devlet, çiftçilik yapmak isteyen vatandaşına ücretsiz toprak, ev, hayvan, araç gereç ve tohum verirdi.



VE!…

Libya’yı aylardır aralıksız bombalayan NATO’ya boyun eğmeyeceklerini göstermek üzere, 1 Temmuz 2011 günü, tam 1.7 Milyon Libyalı, Yeşil Meydan’da toplandı. Bu rakam, Trablus nüfusunun yüzde 95′i, bütün Libya nüfusununsa, üçte biridir!

Libya Merkez Bankası, Rothschild ailesine ait olan Batıdaki bütün bankaların tersine, Libya Devletine aittir ve bastığı paranın borcu yoktur!

Libya, 90′larda, bir PanAm 103′ün Lockerbie üzerinde düşmesinden sorumlu olmakla suçlandı. Ancak ABD’nin, mahkemede sanık Libyalıları suçlayacak açıklamalarda bulunmaları için şahitlerin her birine 4 milyon dolar ödediği açığa çıktı!

Evet, şahitler, ifadelerini geri almaları, değiştirmeleri için satın alındılar!

KADDAFİ, Amerikan doları karşılığında satılan Libya petrolünü, Afrika altın dinarı karşılığında satmaya hazırlanıyordu.

ONUN bu düşüncesi, Sarkozy’yi telaşlandırdı. Sarkozy, KADDAFİ’nin bu girişiminin, “İnsanlığın mali güvenliğine yönelik bir tehdit” olduğunu ilan etti.

Libya’daki bozguncuların ilk işiyse, Batıdaki benzerleri gibi, Rothschild’in sahip olduğu bir “merkez bankası” açmak oldu.

Dünyadaki mevcut zenginliğin yarıdan fazlasının Rothschild ailesinin elinde olduğu tahmin ediliyor.

Rothschild bankalarının işi, havadan para yapmak ve halka faiz karşılığında satmaktır.

Bu şu demek; borçlu olduğun parayı geri ödemeye yetecek paran hiç bir zaman olmayacak.

Yani, biz ve çocuklarımız, Rothschild banka faizlerine “borç kölesi” yapılmış durumdayız.

Biz batılıların liderleri, Cameron, Sarkozy ve Obama’nın tersine, KADDAFİ halkını satmayı reddetti.

İşte bu yüzden, Libya’nın TEK KURUŞ BORCU YOKTU!

Şimdi anlamaya başladınız mı, KADDAFİ, Libya halkı tarafından niçin bu kadar çok seviliyor?… Ve bu hür ve bağımsız milletin NATO tarafından bombalanmasının ardında kim var?

Libya halkı, İngiltere’de, Amerika’da ve Avrupa Birliği’nde sahip olamadığımız çok önemli bir şeye sahip.

Onlar, Rothschild’in menfaatleri için değil, halkının menfaatleri için çalışan bir LİDERE sahipler.

Libyalılar, vatanlarının, Rothschild banka faizleriyle, tefeciliğin prangalarından özgür kılınmış zenginliğini paylaştılar.

Para basımı, Rothschild’in gaddar kontrolü altında olmasa, refah içinde yaşayabilirdik.

Trilyonlarca dolarımız, Rothschild bankerleri ve onların kiralık politikacıları tarafından çalındı.

Eğer insanlığa karşı işlenen bu suçu (Libya’ya NATO saldırısını) durduramazsak, özgür Libya’nın da köleleştirileceği üzere, tecavüze uğradık ve köleleştirildik.

(Ağustos sonu itibarıyle) tahminen 30 000 Libyalı, NATO ve onun bozguncuları tarafından katledildi.




------------------------------------------------------------------------------------------------


-1 Temmuz 2011 günü Trablus’ta Yeşil Meydan’da, 1 milyon 700 bin kişi toplandı, Libya’yı bombalayan ABD’yi ve NATO’yu protesto etti, Kaddafi’ye bağlılık ve sevgi sloganları atıldı. Bu sayı, tüm Trablus nüfusunun yüzde 95’ini, tüm ülke nüfusunun üçte birini oluşturmaktaydı.
- Karşılaştırma amacıyla söylüyorum, bu sayı, Türkiye’de 25 milyon insanın sokağa taşması anlamına gelmekteydi!
-ABD uşaklarının yuvalandığı NATO’nun Libya’yı bombalaması ve ABD’nin uyuşturucu ve dolarla iğfal ettiklerinin saldırıları sonucu, 30.000 Libyalının öldürüldüğü tahmin edilmektedir.


-Halkını seven, halkına hizmet eden, emperyalistlere karşı tüm yaşamı boyunca yiğitçe karşı çıkan Kaddafi; üç beş dolar ve bir avuç uyuşturucu karşılığı ABD tarafından iğfal edilip sokaklara salınan hainlere, “Lağım Fareleri” adını takmıştı.


-Bu söylemin altında ezilen reziller, yani ABD işbirlikçileri, Kaddafi’yi öldürdükten sonra, Kaddafi’nin kanalizasyon borusu içinde saklanırken öldürüldüğü yalanını uydurdular! Bu yalanı ABD’nin ve Batı Avrupa’nın “yatağa atılmış gazetecileri ve televizyoncuları” hızla yayarak, dünya halklarını inandırmaya çalışmaktalar.


-Batının “yatağa atılmış gazeteci ve televizyoncularının” Türkiye’deki uzantıları, bizleri de kendileri gibi ahmak sanıp, bu yalana inandırmak için sabah akşam yırtınıp durmaktadırlar!
“Lağım fareleri” yalnız Libya’da değil, tüm sömürülen ülkelerde ve elbette bizde de bulunmaktadır.
Yatağa atılan gazeteci ve televizyoncuları ile lağım farelerinin kökünü kurutmaya çok az kaldı.
Sonuç olarak Avrupa devletlerinin neden muhalifler üzerindeki desteğini esirgemediğini buradan anlıyoruz. Son olarak tüylerinizi diken diken edecek bir gazete haberi paylaşmak istiyorum.
İmralı Canisi, Abdullah Öcalan’ı, sorgulayan albay Hasan Atilla Uğur’un yazdığı ve posta gazetesinde yayınlanan yazıya göre;
Pkk terör ürgütüne yardım ve yataklık eden ülkeler şöyle idi:




Suriye: "Hafız Esad'ın kardeşi Cemil Esad'la bizzat görüşüyordum. Suriye'de kamplar açtık. Suriye devleti
örgütlenmemize izin vermişti. Maddi gelir elde etmemize engel olmuyorlardı. Sınır geçişlerinde kolaylık sağlıyorlardı. Suriye'de yıllık 1 milyon dolardan fazla gelir elde ediyorduk. Zaman zaman Muhaberat'ın (gizli servis) arabalarını kullanıyorduk."


İran: "Gizli servis İttiaat'tan Sait isimli bir şahısla irtibat halindeydim. Bize silah, SAM7 füzeleri ve lojistik destek sağladılar. Bir hastane, 3 de kamp kurmamıza izin verdiler. Silah ve hayvan ticaretinden pay alıyorduk. Gelirimiz Avrupa'dakine yakındı."
Bulgaristan: "Bir eğitim bürosu açtık... Gizli servislerinin haberi vardı... Ses çıkarmıyorlardı." 
PATLAYICILARI SIRBİSTAN'DAN ALIYORDUK


Sırbistan: "Ellerinde Strella Füzesi vardı. 20 adet satın aldık. Sırplar sonra çok daha fazlasını bize destek amacıyla parasız verdi. Füze eğitimlerini de onlardan aldık. TNT, C-4 gibi patlayıcıları Sırbistan'dan sağlıyorduk."


Romanya: "Bükreş'te evlerimiz ve derneklerimiz bulunuyordu. Devlet bize serbesti sağlamıştı. Türkiye'den katılanların ilk eğitim yeri Romanya'ydı. Romanya istihbarat servisi bize telsiz, dürbün, gece görüş cihazı gibi teknik malzeme verdi."


Almanya: "Gizli servisle görüşüyordum. Parlamentodan da beni ziyarete gelenler olurdu. Örgüt yöneticisi Kani Yılmaz'ın sığınma talebini kabul edip, pasaport verdiler. Her anlamda güçlü olduğumuz bir yerdi."


İngiltere: "Bizim konumuzda en akıllı davranan ülkeydi. Hiç direkt siyasi ilişki kurmadılar. Ama gizli olarak en büyük
desteği İngiltere'den alıyorduk."


Holanda: "Bizim üslenme ve eğitim alanımızdır. En çok destek ve para bulduğumuz ülkedir."


Fransa: "Bize her zaman çok yakın oldular!"


Amerika: "Bir temsilci atadık. Dernek kurdular. Ayrıca bir enformasyon büromuz vardı. Zaman zaman oradaki düşünce kuruluşlarından destek aldık."


PKK’YA YARDIM ETMEYİP REST ÇEKEN TEK ÜLKE İSE;
Libya: İşçiler arasında iyi örgütlenmemiz vardı. Yılda 500 bin dolara yakın bağış topluyorduk. Ama Libya devleti ile aramız iyi değildi. Her türlü imkânları olmasına rağmen bize araç, gereç, silah ve malzeme vermediler. Defalarca talebim oldu ama Kaddafi bize hiç sıcak bakmadı."
*
Okurken tüyleriniz diken diken oluyor...
Türkiye'de kan dökmek için ilan edilen 'çok uluslu' seferberliğe mi yanarsınız yoksa tek 'dost'umuzun Kaddafi oluşuna mı? 
Eğer bütün bunlar gerçek ise tek gerçek dostumuz Kaddafi’ye ettiğimiz haksızlıklar (gerek sosyal medyada gerek siyasal olarak) tamamen yanlıştı. Büyük bir oyuna geldik.