27 Ocak 2013 Pazar

BU SABAH HORMONUNUZU İÇTİNİZMİ?


Nerdeyse herkes sütü sağlıklı bir gıda olarak biliyor. Fakat son yıllarda süt miktarının artması için hayvanlara büyüme hormonu verilmesi, sütlere homojenizasyon ve yüksek ısı (UHT) teknolojilerinin uygulanması ile süt sağlıklı bir gıda olmaktan çıkıp hastalık saçan bir gıda haline dönüşmüştür. Brusella ve tüberküloz gibi hastalıkları önlemek bahanesiyle sütün raf ömrünü artırmaya yönelik bu işlemler otizm, hiperaktivite, astım, egzema, otoimmün hastalıklar ve kanserler gibi insan sağlılığını önemli ölçüde tehdit eden kronik hastalıklara yol açabilir.
Well Being Journal dergisinin 2005 Mart baskılı sayısında yayınlanan ve Jeffrey M. Smith tarafından yazılan “Got Hormones? (Hormonunuzu aldınız mı?)” başlıklı makalesinin çevirisi ABD’de yaşayan Egzersiz ve Beslenme Uzmanı Serkan Yimsel tarafından yapılmıştır.


Dikkat hormonlu sütler kanser yapabilir!

Pastörize süt firmalarının çıkar amaçlı işlemleri arasında insan ve hayvan sağlığına en zararlı olanı, hiç kuskusuz “recombinant bovine growth hormone-rbGH” adı verilen hormonların süt veren ineklere enjeksiyon edilmesidir. rbGH hormonu, basitçe genetik mühendisliği yolu ile keşfedilen ve sığırların yaklaşık %10-15 oranında daha fazla süt vermesine yol açan bir ilaçtır. Bu ilacın nereden geldiğini araştırdığımızda ise, dünyayı en çok kirleten anonim şirketi olarak bilinen, ilaç, endüstriyel madde, tarım malzemeleri ve genetik araştırmalar üzerine un yapmış Monsanto firmasının bu ilacın da arkasında olduğunu görüyoruz.

1993’te onaylanan ve 1994’ten beri kullanılmakta olan bu ilacın geçtiğimiz günlerde yapılan bir açıklamada Amerika’da on-binlerce sığıra enjekte edildiği ve simdi Kanada dahil diğer teknolojisi ilerlemiş ülkelerin de yavaş yavaş kapısını zorlamaya başladığı belirtildi. Bir diğer adi Posilac olarak bilinen bu ilacın kullanılmasının azaltılmasına yönelik bütün çevreci kampanyalara rağmen Monsanto firması Kasım 2004 tarihinde yaptığı bir açıklama ile ürün satışlarında %70’lik bir artış olduğunu beyan ederek bu ilacın satışını durdurmaya hiç de niyetli olmadığını gösteriyor.

Amerika’da ilaç ve yiyecek ile ilgili piyasaya sürülen her ürünün FDA (Food and Drug Administration) denilen bir hükümet denetim kuruluşunun onayını alması gerekir.
Bu iyi güzel de, garip olan, FDA adlı kuruluşun ilaç ve yiyecek firmalarına, ürünlerini kendilerinin test etme ve kendi bilim adamlarını kullanarak sağlığa zararının olup olmadığını kanıtlama izni vermesidir.
Bu durum Monsanto ve diğer büyük anonim şirketlerine, taraflı bilim adamları kullanarak, testleri istedikleri gibi yönetme ve değiştirme imkanı veriyor. Nitekim Monsanto’nun rbGH hormonunun sığırlara zarar vermediğini gösteren testlerinde hasta olan sığırları deney sonuçlarına almayarak kendisini temize çıkardığı biliniyor, ancak kanıtlanamıyor.

Üstelik rbGH hormonunun sığırlarda enfeksiyon ihtimalini arttıracağını bilen Monsonto’nun araştırmacıları, sığırların hastalık kapmaması için onlara normalin 100 misli antibiyotik bile verebiliyorlar. Durum böyle olunca elbette test sonuçları sağlıklı görünecek ve büyük sut anonim kuruluşlarının yüzleri gülecektir.
Herşeyden önce sığırlara hangi nedenle olursa olsun fazla miktarda ve çeşitte antibiyotik verilmesi sadece sığırların değil, insanların sağlığı için de çok zararlıdır.
Bildiğiniz gibi bugün veterinerlikte kullanılan hayvan antibiyotiklerinin birçoğu, insanlarda kullanılan antibiyotiklere büyük benzerlikler gösterebiliyor. Bu nedenle sığırlara sürekli antibiyotik verildiğinde zamanla sığırların vücudunda yasayan zararlı bakteriler ve mikroplar bu antibiyotiklere dayanıklı hale gelirler.

Biz bu sığırların etini yiyip sütünü içtiğimiz zaman antibiyotiklerin öldüremediği bir miktar bakteri veya mikrop bizim vücudumuza geçeciktir. Bu durumda hastalandığımızda doktorumuzun bize verdiği reçetede bulunan antibiyotiği kullanmamız bir ise yaramayacaktı r çünkü vücudumuzdaki zararlı bakteri ve mikroplar bu antibiyotiğe karsı büyük ihtimalle bağışıklık kazanmış duruma gelmiştir.

Antibiyotiklerden sonra tarafsız ve çevreci bazı bilim adamlarının dikkatini çeken diğer bir konunun, rbGH hormonunun sığırların gebeliğini nasıl etkilediği konusu olduğunu görüyoruz. Bu bilim adamları araştırmalarında sözü edilen hormonun sığırlarda gebeliği engellediğini ortaya çıkarınca Monsanto anonim şirketinin araştırmacıları hemen bu konuda kurnazca bir plan başlatıyorlar.
Bu plana göre hileli bir araştırmada denek olarak doğurmak üzere olan sığırlardan örnekler topluyorlar. Bu durumda tabii ki sonuç, hormonun sığırların gebeliğine zararı olmadığı yolunda çıkıyor. Sonuçta FDA kime inandı dersiniz? Tabii ki daha güçlü ve zengin olan Monsanto şirketinin araştırma sonuçlarına! Monsento’nun Posilac ya da rbGH hormonunun sığırlara enjeksiyonundan sonra içtiğimiz süte gecik geçmediği konusunda yaptığı araştırmalar, yine şimdiye kadar bahsettiğimiz araştırmalarda olduğu gibi kurnazlık ve hilelerle doludur. Enjeksiyonlu sığırlardan gelen sütün temiz olduğunu ispatlamaya çalışan Monsanto’nun bilim adamları, sığırlara normal değer olan 500 miligram ilaç yerine sadece 11 miligram ilaç şırınga ederek deneylere başlıyorlar. Bununla kalmayıp normal suresi yarim saat ila 1 saat arasında değişen şutun pastörizasyon (ısıtma) işlemlerini yaklaşık 120 defa arttırıyorlar.
Bu nereden baksanız en az 3 gün boyunca sütü kaynatmak anlamına gelir ve bu kadar sureden sonra o süte artık süt denilir mi, bu bir tartışma konusudur! Bütün bu işlemlere rağmen deney sonunda elde edilen sütte ineğe şırınga edilen ilacın %81’inin hala süte geçebildiğini görüyorlar.

Bu sonuç eğer medyaya yansır ise Monsanto’nun hormonu satabilme oranı çok düşeceği aşikardır elbet. Bunun üzerine hemen yeni bir araştırma başlatan bilim adamları, bu sefer hormonu ineğe şırınga etmek yerine, protein tozlu süt hazırlar gibi, toz haline getirilmiş hormonu süte karıştırıp pastörizasyon fırınlarına veriyorlar ve bu kez tam 146 defa daha uzun bir süre ısıtıyorlar.
Sonunda istedikleri sonuca ulaşarak hormonun %90’ini yok edebiliyorlar. Bu sonuçlara inanan FDA pastörizasyon sırasında hormonun büyük bir çoğunluğunun yok edildiğini ve hormonlu ineklerden gelen şutun bir tehlike olusturmadığını halka duyuruyor.
rbGH hormonu ile ilgili sağlığımızı en çok tehdit eden unsur, inselin benzeri büyüme faktörü olarak bilinen IGF-1’dir. IGF-1 doğal sütte bulunan yaklaşık 70 kadar amino asidin birleşiminden oluşmuş bir çoklu aminoasit zinciridir. Karaciğerimizin ve diğer bazı dokularımızın doğal olarak salgıladığı IGF-1 vücutta normal seviyede bulunduğunda tıpkı büyüme hormonu gibi davranır ve gelişmeyi, büyümeyi kontrol eder.
Annelerimizin bizler genç yaslarda iken yatmadan önce bir bardak inek şutu içmemizi önermesinin nedeni de bundandır. Peki problem bunun neresinde diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Araştırmalara göre IGF-1 faktörünün vücudumuzda doğal değerlerin üzerinde bulunması, özellikle belli yaslarda kanser riskini büyük ölçüde arttırabiliyor.

Nitekim bilim adamları, 45-50 yaslarındaki bayanlarda yüksek IGF-1 faktörünün meme kanseri riskini 7 kez, erkeklerde ise prostat kanseri riskini yaklaşık 4 kez daha fazla arttırdığını belirtiyorlar. IGF-1 faktörü doğal inek sütünde vücudumuzun kullanabileceğ i oranlarda bulunurken, ne yazık ki pastörizasyon sonrasındaki sütte arttığı gibi, üstüne üstlük rbGH hormonunun kullanılması durumunda bu artış kat kat daha fazla artabiliyor. Bu artış, artık o kanser riski rakamlarını ne kadar arttırır kim bilir?

Simdi hikayemizin “hem suçlu hem güçlü” kısmına geldik. rbGH hormonu ile kanser arasındaki bu ilişkiyi bir haber programıyla halka duyurmak isteyen Amerika’nın unlu FOX TV istasyonunun iki haber muhabiri, programı televizyondan kaldırmak isteyen Monsanto firmasıyla mahkemeye gitmek zorunda kalıyorlar. Yukarıda bahsettiğim hileli deneyde rbGH hormonunun %90’inin pastörizasyonda kaybolduğunu öne suren Monsanto’nun güçlü avukat gurubu, tabii ki duruşmadan kazanan taraf olarak çıkıyor ve halka gerçeği duyurmak isteyen iki haber muhabirinin kendilerine yaklaşık 1 milyon dolar tazminat ödemek zorunda bırakıyorlar. Bununla kalmayan Monsanto, araştırma ve delilleri FOX TV istasyonundan alarak yok ediyor ve her iki haber muhabirini de işten attırıyorlar
.
Bugün Amerika’daki pastörize kutu sütlerin yaklaşık %15’i hormon enjekte edilmiş sığırlardan gelmektedir. Bir kişim çevreci sut ve mandıra şirketleri kampanyalar yürütmekte ve bu hormonu kullanmamaktadı r. Ancak şurası bir gerçektir ki, Monsanto firmasının son sene içerisinde %70 oranında daha fazla sipariş alması, bu hormonun yavaş yavaş %15’lerden daha yukarıda bir oranda kullanılacağına işaret değil midir?
Yazarın bahsettiği konular içerisinde en ürkütücü olan ise, su an Monsanto firmasının genel müdürü pozisyonunda olan kişinin, bir zamanlar Amerikan hükümetinin yiyecek ve ilaç kalite kontrol organizasyonu FDA’ da yardımcı mudur olarak çalışıyor olmasıdır!!!



PROF. DR. AHMET AYDIN’IN NOTLARI

Piyasadaki sütlerin sakıncaları

Sütün pastörizasyonu ve süte yüksek ısı (UHT) uygulanması bazı hastalık yapan bakterileri ortadan kaldırırken faydalı bakterileri (probiyotikleri) de yok etmektedir.
Homojenize edilmiş sütler (Kutu sütleri) ise çok daha büyük bir sorundur. Çünkü homojenizasyon sırasında sütün bir 2.5 cm2’sine 1 ton civarında bir basınç uygulanmakta ve süt proteinlerinin moleküler yapısı büyük ölçüde değişmektedir.
Molekül yapısı değişmiş proteinler immün sistemi aşırı uyararak çocuğun ileriki yaşamında Tip ( diabet, astım ve mültip) skleroz gibi otoimmün (kendi dokularını tahrip edici) hastalıklara yol açmaktadırlar.
Kaymak bağlamayan, ekşimeyen ya da kesmeyen süt ya da yoğurt doğal değildir.
Sütten çok mayalanmış süt ürünleri (tam yağlı yoğurt, tam yağlı peynir) tercih edilmelidir
Kefirle mayalanmış süt çok yararlıdır.


Hangi süt tüketilmeli?

Mümkünse günlük mandra sütü tüketilmelidir.
Sütü alınan hayvanın meralarda otlamasına ve suni yem yememesine dikkat edilmeli
Temiz olduğuna güveniyorsanız (!) sokak sütçüsünden de süt alabilirsiniz.
Şehirdeki en iyi olabilecek seçenek günlük pastörize şişe sütleridir.
Uzun ömürlü homojenize kutu sütlerini kesinlikle kullanmayınız.
Süt ya da yoğurt ekşimesin ya da kesilmesin diye işlemler nedeni ile süt içindeki probiyotiklerin tümüne yakını kaybolmaktadır.
Sadece ekşiyen ve/veya kesilen süt ve yoğurtları yiyiniz (bulursanız!! !)
En iyisi bunları kendiniz yapın (O kadar kolay ki!)


Not: Bu yazı Arca Atay tarafından gönderilmiştir.
Taprak Onur Yaşam Copyleft 2008


REFERANSLAR
1. Got Hormones?, yazan Jeffrey M. Smith, Well Being Journal ergisinin 14’e 2 baskılı şayisi
2. rbGH Hormonu ve IGF-1 faktörü ile ilgili bazı web adresleri:
a) http://www.shirleys -wellness- cafe.com/ bgh.htm
b) http://www.ejnet. org/rachel/ rehw454.htm
c) http://www.gettingw ell.com/drug_ info/nmdrugprofi les/nutsupdrugs/ ins_0
303.shtml
3. Vücut yağlanmasına çözüm, yağsız beslenmek mi, yazan Serkan
Yimsel
4. Stedman’s Medical Dictionary
5. Tip Sözlüğü, 9. Baskı, yazan Prof. Dr. Pars Tuğlacı 






26 Ocak 2013 Cumartesi

“THORNBURG RAPORU”




Çok partili hayata geçişle birlikte Türk siyasi hayatında yeni bir söylem türemişti. Bu söylemlerin önemlileri Türkiye’nin “Küçük Amerika” yapılacağı, her mahallede bir “milyoner” yaratılacağı şeklindeydi.

Hatta Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 20 Ekim 1957 tarihinde Taksim’de; “Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.” diyordu.

Bu sürecin sonucunu, 27 Mayıs’ta Milli birlik Komitesi üyesi kurmay subay Orhan Erkanlı; “Amerika cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait planlı bir çalışma içinde olduğundan; malzeme, silah ve bilgiyle beraber, kendi askeri usûllerini de Türkiye’ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. Tek satıcı, tek verici durumuna geldi.”

Şeklinde açıklayarak Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını çok çarpıcı bir biçimde vurgulamaktaydı.

Başlangıcı İkinci Dünya savaşının sonuna rastlayan bu sürecin başında ABD’nin Türkiye’ye yönelik görüşünü içeren, diğer taraftan da savaş sonrası Dünya düzeninde ABD’nin konumunu ve işlevini ve hatta etkinliğini belirleyen1946 tarihli Thornburg Raporu’na göre;

— Türkiye’nin ağır sanayi kurması gerekli değildir.

— Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir.

— Türkiye; uçak, makine, motor projelerini iptal etmeli, bu tür yatırımlara yönelmemelidir. Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya yönelinmelidir.

— Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır.

— Tüm bunlar için gerekli sermaye ABD tarafından verilecektir.

Thornburg Raporu Türkiye’nin sanayileşme sürecine rezerv koyan ilk rapor değildir.
Artık sahne Dünya Bankasınındır.
Perde açılır “Barker Raporu” sahne alır.
Sanayiye değil tarıma yönelinmiştir.
Artık her şey ABD’nin istediği gibi Dorr, Thornburg, Barker raporlarının yönlendirmesi şeklinde gelişir…
Savaş yıllarında hazırlanan demir çelik, makine, elektrolitik bakır gibi projeleri içeren kalkınma planı terk edilerek yeni plan hazırlanır.

Yeni planda;
Savaşın mağlupları Almanya ve Japonya’ya silah zoruyla dikte ettirilen “Devlet girişimlerinin özel kesime devredileceği ve her alanın yabancı sermayeye açılacağı“şartları savaşın tarafı olmayan Türkiye tarafından gönüllü olarak benimsenmiş ve bu politika değişikliği ile Marshall yardımına hak kazanılmıştır…
Dün ’sanayiyi bırakın tarımla kalkının’ diyen Dorr’lar, Thornburg’lar, Barker’ler ve onların patronları, bugün tarımı da bu ülkeye çok görecekler; tütünümüze, pancarımıza, tahılımıza ve hayvansal ürünlerimize… göz dikmişlerdir!




24 Ocak 2013 Perşembe

FORD, ROCKEFELLER ve TAVİSTOCK



CIA'nın yaklaşık 50 yıldır uyguladığı en etkili toplumsal kontrol yöntemlerinden biri kamuoyunu değişik yapay uyarıcılarla ve şişme gündemlerle uyutmak ve kamoyunda beyin yıkama teknikleriyle istediği algıyı yaratmaktır. II.Dünya Savaşı sonrasında başlayıp bugüne kadar devam eden bu "algı mühendisliği", ABD ve ABD çıkarlarının gönüllü hizmetkarı durumundaki yerli işbirlikçilerin işini kolaylaştıran en önemli silahtır.
CIA'nın beyin yıkama ve algı mühendisliği gibi psiko-sosyo-kültürel savaş araçları "uyutma projesi" içinde yer alır. CIA, bu uyutma projesi için "insan hakları" ve "yardım kuruluşlarına" gizli fonlar aktarmıştır. "Eski Bir CIA yetkilisi, etkin ve prestijli vakıfların CIA'ya fon aktararak gençlik grupları, işçi sendiklaları, üniversiteler, yayınevleri vb kuruluşlara sayısız gizli operasyonlar düzenlettiğini, bunlara 1950'lerden itibaren 'İnsan Hakları Gruplarının ilave edildiğini açıklamıştır. " (Erol Bilbilik, İşgal Örgütleri, CIA, NATO, AB, 2.bs, Asya Şafak Yay, İst, 2008, s.9)
CIA, kontrol etmek istediği ülkelerde operasyon yapabilmek için Soğuk Savaş döneminin en önemli emperyalist kültürel projelerinden Ford Vakfı'nı ve Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur



Ford Vakfı, ABD ve CIA'nın Avrupa'daki bütün gizli operasyonlarında görev almıştır. Vakfın temel amacı antiemperyalist ve ulusal sol hareketleri etkisiz kılmaktır. Guatemala'da Demokrat Arbenz ve İran'da Musatlık hükümetini deviren, Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Nikaragua'da açık insan hakları ihlalleri gerçekleştiren CIA'nın Ford Vakfı'dır.
CIA, toplum mühendisliğine soyunarak dünyayı ABD istekleri doğrultuusnda biçimlendirmek amacıyla ise Tavıstock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur. Enstitü, 1921'de Londra'da kurulmuştur. I ve II. Dünya Savaşı yıllarında Psikolojik Savaş Örgütü olarak çalışan Tavıstock Grubu, Rocefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanını genişleterek yeniden yapılandırılmıştır. Rocefeller, Tavistock'a daha geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. (Age, s.17).
Tavistock Enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmond Freud'un "İNSAN DAVRANIŞLARININ KONTROLU" konusundaki araştırmaları olmuştur. Enstitü, insan davranışlarını kontrol ederek, toplumları ABD çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla kurulmuştur.



Tavistock Ensitüsü'nün ABD çıkarları doğrultusunda beyin yıkama tekniklerini John Colaman, "The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabında olanca açıklığıyla gözler önüne sermiştir.


                 Dr John Coleman'ın CIA,Tavistock faaliyet şeması: İşte Dünyayı kimler yönetiyor? sorusunun yanıtı 


Tavistock, KİTLESEL BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİNİ ilk defa 1950'de Kore Savaşı'nda denemiştir.
"Geliştirilen, kalabalıkların kontrol metotları gizli ve halkın tepkisini çekmeyecek şekilde ABD halkı üzerinde denenmiş ve onların psikolojik tavırları tespit edilmiştir." (Age, s.18). Örneğin, 1933'de Tavistock Direktörlüğü'ne getirilen Alman Mülteci Kurt Lewin, ajanlarını düşmanalar arasına sızdırarak Harward Ünversitesi'nde geliştirilen propaganda ve beyin yıkama kampanyaları ile Amerikan halkını ABD'nin, Almanya'ya karşı savaşa girmesi için hazırlamaya çalışmıştır. (Age, s.18).

                                                                                         Alman Mülteci Kurt Lewin


1950'lerden sonra tüm CIA Programları TAVİSTOCK'un rehberliğinde oluşturulmuştur.
Roosevelt ve Churchill'in hava saldırılarının tümü Tavistock laburatuvarlarında kitlesel terörden elde edilen deneyimlere göre gerçekleştirilmiştir. (Age, s.18).

TAVİSTOCK'un önecelikli hedefi "halkın psikolojik gücünü kırmaktır." Bu amaçla Dünya Düzeni Diktatörlerine muhalefeti engellemek, aile bağını zayıflatarak, aile, din, onur, milliyetçilik ve seksüel davranışları çökertmek için teknikler geliştirmek Tavistock bilim adamlarınca yıllarca üzerinde çalışılan konulardır. (Age, s.18).

Tavistock Programları, kontrol edilecek toplumdaki "kişilerin kimlik ve ırksal mensubiyetlerinin çökertilmesine göre dizayn edilmiştir." (Age, s.19).

Tavistock stratejilerinden biri de "uyuştucu haplar" kullanılması ve "sesksüel davranışların çarpıtılmasıdır". Bu amaçla 1960'ların LSD aykırı kültürü ve öğrenci devrimi için CIA 25 milyon dolar para harcamıştır.(Age, s.19).

Bugün Tavistock, ABD'deki vakıflar ağını 6 milyar dolarlık bir bütçe ile faaliyette bulundurmaktadır. ABD'nin dünya düzeni üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu fakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma ve düşünce kuruluşu, Tavistock'un doğrudan kontrolu altındadır.(Age, s.20)

Tavistock Enstitisü ile kol kola çalışan Rockefeller Vakfı, aklınıza hayalinize gelmeyecek projelerle dünyayı kontrol etmenin hesaplarını yapmaktadır. Örneğin, Vakıf, dünya tarımını kopntrol etmek için projeler geliştirmiş ve uygulamıştır. Vakfın Direktörü Kenneth Wernimont bu projeleri Meksika ve Güney Amerika'da uygulamıştır. Programın hedefinde bağımsız çiftçiler vardır. Çiftçilerin yok edilmesi, bağımlı hale getirilmesi, üretimin bitirilmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde dünya ABD'ye muhtaç hale getirilmek istenmektedir.(Age,s.21).Bu tarım projelerinin uygulandığı ülkelerden biri de 1950-1970 yılları arasında Türkiye'dir.(Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.2, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2012, s. 123-133).

Tavistock'un en önemli programlarından biri BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİ'dir.Tavistock Enstitiüsü, sürekli ve kitlesel Beyin Yıkama yapmaktadır. İnsanların gerilim, korku ve endişe seli karşısında bırakılarak beyinlerinin sinirsel durumlarının değiştirilmesi amaçlanmaktadır.Nitekim Tavistock'un çalışmalarıyla, Küba Füze Krizi, bibiri peşi sıra dünyanın değişik yerlerinde siyasi liderlerin öldürülmesi, ve tvlerde hergün defalarca yayınlanan kanlı ve vahşi Vietnam Savaşı görüntüleri ile sarsılan ve bunalan 1960'lar Amerikan ve dünya gençliği zihinlerini sürekli meşgul eden milliyetçilik, sosyal sorumluluk, kamu yararı, etik değerler dünyasından uzaklaştırılarak, bireyselliği öne çıkaran Rocak müzik, uyuşturucular, holiganizm ve çarpık seks dünyasında teselli bulur hale getirilmiştir.

                                                                                                     Yıkanan Beyin


Özetle, CIA; Tavistock Enstitüsü, Ford Vakfı, Rokefeller Vakfı gibi kuruluşlarla hedef toplumları MIŞIL MIŞIL UYUTMUŞTUR, uyutmaktadır. Bu uyutmanın nasıl gerçekleştirildiği konusundaki ayrıntıları öğrenmek için "Mass Psychology: The Revolution Will Be Internalized" (Kitle Psikolojisi: Devrim içselleştirmiş Olacak) adlı sayfaya bkz. 



NASIL UYUTULUYORUZ?


Uyutulucak toplum, öncelikle CIA uzmanlarınca siyasi, sosyal, kültürel ve psikolojik incelemelere tabi tutulur, daha sonra elde edilen veriler doğrultusunda o topluma uygun bir "uyutma paketi" hazırlanır ve bu uyutma paketi söz konusu toplumu istenilen yönde biçimlendirmek için yavaş yavaş uygulamaya konulur....
Uyutma paketi uygulamaya konulurken de çok dikkatli hareket edilir, söz konusu toplumdaki en güzide kişiler ve kurumlar seçilerek devreye sokulur... Zaman zaman bu kişi ve kurumlar bile "neye ve kime" hizmet ettiklerinden habersiz ABD ve CIA'nın gönüllü neferleri olarak toplumun uyutulması projesinde yer alırlar. Uyutma Paketi daha çok medya iletişim araçlarıyla uygulanmaktadır.

Dr. Emery, Tavistock Enstitüsü'nün projeleri doğrultusunda toplumsal UYUTMANIN üç sahfada gereçekleştiğini belirtmiştir:
1. Sahfa: Moral değerlerini yitirme (Demoralisation)
2. Safha: Zihni Bölünme (Segmentation) Bu sahfada birey, zihninde yerleşik olan ulus devlet görüşünden, birey olma içgüdüsünden kopup cemaat görüşüne geçer.
3. Sahfa: Zihni Ayrışma (Disassocation) Bu safhada birey, fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp bir anlamda "robatlaşmış bir birey" haline gelir. (Dr. Emery, "Gelecek 30 Yıl Konsept, Metot ve Antipati", Tavistock Magazine (Human Relations), ABD, 1967.)


                              CIA'nın başta Tavistock Ensitüsü olmak üzere oluşturduğu sosyo kültürel kontrol ağ şeması



TAVİSTOCK'UN TÜRKİYE'DEKİ AKTÖRLERİ


CIA'nın, Tavistock Enstitüsü aracılığıyla "uyutma paketi" uyguladığı ülkelerden biri de 1946'dan beri ABD'nin stratejik ortağı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir... Türkiye Paketi, 1946'da hazırlanmış, Bu sırada çok sayıda ABD'li uzaman Türkiye'ye gelip Türk toplumunu, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bakımlardan derin incelemeree tabi tutmuştur. Bu incelemeler sonunda ABD'li uzamnlarca raporlar hazırlanmıştır. Bu raporlardan en önmelisi Atatürk'ün ekonomi modelini tasviye etmeyi amaçlayan Trunborg raporudur. (Bkz. Sinan Meydan, AKL-I KEMAL,"Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.3, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 277 vd.) Türkiye'de bu raporlar doğrultusunda uyutma paketinin 1950'lerden sonra ilk uygulamaları yapılmış, 1980'lerden itibaren ise tam anlamıyla uygulanmaya başlamıştır. Özal dönemi uyutma paketinin en iyi uygulandığı dönemlerden biridir. Nitekim o dönemde kurulan ilk özel tv'inin adının Magic Box star 1 (Sihir/büyü kutusu) olması tesadüf değildir!

Türkiye'deki "uyutma paketinin" belli başlı aktörlerinin kimler, hangi kurumlar, hangi sistemler olduğunu da siz düşünün, siz araştırın artık!
"Yok böyle bir şey?" mi dediniz?
O zaman inanın bana siz de CIA' ve TAVİSTOCK'un uyuttuklarındansınız? Uyanın artık!




6 Ocak 2013 Pazar

Türkiyede (genetiği değiştirilmiş) GDO'lu gıdaların hikayesi


Bakanlık tarafından Ekim 2009’da çıkarılan ve 6 ay içinde 3 kez değiştirilen GDO Yönetmeliğine göre kurulan “Bilimsel Komite” bugüne kadar, 16 mısır, 3 soya, 3 kolza, 1 şekerpancarı, 1 patates, 6 pamuk, 1 maya ve 1 bakteri biyokütlesinin kullanımının “insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağına” karar verdi.



Buğday Derneği'nin paydaşlarından biri olduğu GDO'ya Hayır                           Platformu tarafından yapılan basın açıklaması



"Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, yap-boz alanına çevirdiği genetiği değiştirilmiş ürünler konusunda 13 Ağustos 2010 tarihinde iki yeni yönetmelik çıkarmıştır. Biyogüvenlik Yasası uyarınca hazırlanan yönetmeliklerden ilki Biyogüvenlik Kurulu ve komitelerin çalışma usul ve esaslarını belirlemekte, diğeri ise GDO konusunda eski yönetmeliği yürürlükten kaldırarak yeni çerçeve çizmektedir. Her iki Yönetmeliğin de yürürlüğe giriş tarihi, 18 Mart 2010 tarihinde TBMM’de kabul edilen 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’nda olduğu gibi, 26 Eylül 2010’dur.

Biyogüvenlik Yasası’nın 16. maddesine göre söz konusu yönetmeliklerin, Kanunun yayınlandığı 26.3.2010 tarihinden itibaren en geç üç ay içerisinde çıkarılması gerekiyordu. Bakanlık bu yönetmelikleri 2 ay geciktirdiği gibi, ortaya çıkan yasal boşlukta adı Bilimsel (!) olan ama bilime uygun kararlar vermekten çok uzak olan Komite aracılığıyla da, 32 çeşit GDO’nun ülkemize girmesine izin vermiştir.

Bakanlık tarafından Ekim 2009’da çıkarılan ve 6 ay içinde 3 kez değiştirilen GDO Yönetmeliğine göre kurulan “Bilimsel Komite” bugüne kadar, 16 mısır, 3 soya, 3 kolza, 1 şekerpancarı, 1 patates, 6 pamuk, 1 maya ve 1 bakteri biyokütlesinin kullanımının “insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağına” karar vermiştir. GDO’ların yem ve gıda (taze, konserve, un, irmik ve mamulleri gibi doğrudan tüketim dışında) kullanıldığında herhangi bir risk oluşturmayacağı kanısına varan Komite, sadece T25 kodlu GDO’lu mısıra izin vermemiştir.

Hiçbir bilimsel araştırma, sosyo ekonomik değerlendirme ve risk değerlendirmesi yapmayan Bilimsel Komite, karar verirken sadece, “Avrupa Birliği’nde tüketime uygun olduğuna dair onaylanmış gen olması” koşulunu dikkate almaktadır. Yalnızca bu durum dahi, adı bilimsel olan komitenin ne denli bilimsellikten uzak çalıştığını adeta kanıtlamaktadır. Çünkü Türkiye’nin beslenme alışkanlıkları ve halkın sofrasında yer alan ürünler ile bu ürünlerin tüketilme sıklıkları – miktarları, AB ülkelerinden önemli ölçüde farklıdır. Bu farklılıklar nedeniyle, AB otoritesinin değerlendirmesi Türkiye için geçerli olamaz, buna ilişkin kararlar bilimsel olmaktan uzaktır.

Kaldı ki, “Bilimsel Komite”nin kararlarına dayanak yaptığı Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA)’nin değerlendirmeleri, çoğunlukla biyoteknoloji şirketlerinin gerçekleştirdikleri çalışmalar üzerinden yapıldığı için Avrupa yurttaşları ve bilim insanları tarafından artan ölçüde sorgulanmaktadır.

Biyogüvenlik Yasası’na göre, GDO veya ürünlerinin ithalatı, ihracatı, deneysel amaçlı serbest bırakılması, piyasaya sürülmesi ve kullanımına izin verilebilmesi için öncelikle bilimsel esaslara göre risk değerlendirmesi ve sosyo-ekonomik değerlendirme yapılması gerekmektedir. GDO’lu ürün için yapılan başvurular Biyogüvenlik Kurulu tarafından değerlendirilecektir. Başvuruda verilen bilgilerin yetersiz görülmesi durumunda başvuru sahibinden yeniden deney, test, analiz ve araştırma yapılması talep edilecektir. Risk değerlendirmesinde de laboratuvar, sera ve tarla testlerini içeren alan denemeleri ile gıda analizleri, toksisite ve alerji testleri yanında gerekli görülen diğer testlerin sonuçlarının verilmesi ve risk yönetim planının hazırlanması zorunludur. 


Biyogüvenlik Yasasının “denetleme” görevini böylesine kapsamlı bir şekilde düzenlemesine karşın, Bakanlık yasa yürürlüğe girmeden önce, Bilimsel Komite aracılığıyla adeta yangından mal kaçırırcasına GDO’lu ürünlere serbestlik tanımıştır.



Bu durum, Türkiye’yi bir GDO’lu ürün ithalat merkezine dönüştürmekte, Türkiye’de bu ürünleri ikame edecek ürünleri üreten üretici ve sanayici adeta cezalandırılmaktadır. Buna en açık örnek ise, ülkemizin buğday, mısır ve yağlı tohumlarının yan ürünleri olan küspe ve kepek yerine, ABD’den ithalatı yapılan GDO’lu DDGS (damıtma küspesi) ve mısır nişastası yan ürünü olan mısır grizidir. Türkiye yılda 1 milyon tona yakın DDGS ve mısır grizini GDO’lu olarak ithal edip yem rasyonlarında kullanıyor; böylece kendi kepek ve küspemiz elde kalırken ABD’nin GDO’lu yan ürünleri Türkiye’yi dolduruyor. Bu durum, GDO lobisinin, “Türkiye yeterli soya ve mısır üretemediği için GDO’lu yem hammaddesi ithal etmek zorunda kalıyoruz” söylemlerinin de ne denli gerçeğe aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. Avrupa Birliği’nin bu tür ithalatı sıfırlamaya yakın bir noktaya getirmesine karşın, Türkiye’nin ithalatının füze gibi fırlaması, ekonomi ve sağlık alanında kamu yararına aykırı uygulamaların ülkemizde nasıl yaygınlaştığının açık göstergesidir.


Sonuç olarak Komite, GDO’ların ülkemize girmesi için bir araç haline dönüştürülmüştür. Yasa ve Yönetmelik uygulamaları da benzer sonuçlar doğuracaktır. Türkiye’ye 10 yıldan fazla süre boyunca GDO’lu ürünlerin girmesini sadece seyreden, son bir yılda ise bu olaya hukuki meşruiyet kazandırma peşinde koşan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, insan yaşamı, bitki ve hayvan varlığımız, genetik kaynaklarımız ve gıda güvenliğimizi büyük riskler altına itmektedir. 

Kasım 2009’da ilk yönetmelik yayınladıktan sonra, “GDO’lu ürünler zararlı, ülkeye girişini engellemek için düzenleme yaptık” diyen Tarım Bakanı’na bir kez daha soruyoruz: Aradan geçen zaman diliminde ne değişti de, GDO’lu ürünlere izin verdiniz?