
Züleyhanın zindandaki yusufa yazmış olduğu dört mektuptan ilk üçüdür.
Yazar SİNAN YAĞMUR'un son kitabı (AŞKIN MEALİ yusuf ve züleyha)'dan alıntı yaptım.
etkileyici bir kitap olmuş okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
SARAYDAN ZİNDANA BİR KÜÇÜK ZÜLEYHA
Gönlümü bağladığım, tenhalarda adını andığım ey can nerdesin!
Hani üzerinden mevsimler geçse de sevgilinin mahallesine yolunuz düştüğünde
burnunuzun direği sızlar ya, gelip geçerken günler, günlerin efendisi olan
Yusufun geçtiği her mekana uğradığımda öylesi bir hüzün kaplar yüreğimi.
Nerdesin ah yâd-ı hayali yar?
Var olan ne
ki? Bizi yokluğu ile üzenler var. Güneş görmeyen zindanda yine zülüflerin
dökülüyor mu yüzüne Yusuf’um? Ah günahsız’ım. Ah aşk sızım. Vah halime! Dilimle
zehirledim masumluğunu. Vah bana. Yuh bana.
Bazen günaha
düştüğüm de oldu, sevaplara küstüğüm de.
Bazen ölümüne
sustuğumda oldu, kan kustuğum da.
Konuşmaya
yüzüm yok, anlatmaya mecalim. Yazmak tek çare. Ama okusanda cevap vermezsin
bilirim, beyhude beklerim. Neylersin benimki de bir umut işte.
Çocuktum. Kız
oldum. Kadımdım aşık oldum. Aşıktım çilelerden geçtim. Ten sanırdım aşkı.
Vurgundum sana. Tutkumdum. Halden hale geçtim. Sonunda hevadan. Hubba; hubbdan
aşka, aşktan vecde ulaştım bleğimi kemik saplı bıçak kanattığında. Kendi
kanımda buldum aşkın hallerini.
Kokuların
uzmanıydım. Ne vakit senin kokunu aldıysam içime, o demden sonra hiçbir çiçeğin
kokusunu alamaz oldum. Her koku yusuf’tu. Yusuf’un kokusunu uyurken, uyanıkken
alıyordum. En çok da uyuyamıyorken.
Günaha şansı
olmayanın sadece masumiyeti var. Benim masumiyet hakkım da yok. Anladım ki
Havva için yasak ağaç ne ise benim yasak ağacım da Yusuf’muş.
Seni ilk
gördüğümde üzerimdeki elbise bembeyazdı. Odaya şehvet törenine çağırdığımda
elbisem baştan ayağa kankırmızısı. Şimdi ise siyah. Beyaz kadar saf olamasam da
siyah kadar kadere teslimim. Ben artık siyah bir gülüm. Siyah, yani ahımın
rengi.
Seni
kardeşlerin kuyuya attığı gün ben de kaderin kör kuyusuna düştüm. Senin
kurtarıcın olarak rabb’in vardı Yusuf ya benim kimim var? Geldin. Gördüm.
Güneşi bile soluk bırakan gözlerindi ilk gördüğüm. Seni sen bildiğim o
gözlerin. Gözlerin, besbelli ki düştüğüm bir başka kuyuydu. Umutlarım vardı
kuyuda. O ilk gördüğümde kokunu serdim
hülyalarıma. Uykusuzluğumu gözlerinde avutuyordum da sen bilmiyordun.
Önceleri
arzumdun, anladım ki aşkımmışşın bilemedim. Seni sevdim Yusuf. Seni sevmemek
elde değildi. Anla Yusuf! Bir tek ben miyim sana çarpılan? O güzelliğini
yeryüzünde hangi kadın görmüş de sana vurulmamış? Şehirdeki genç yaşlı
kadınlar, sarayda ki evli bekar cümle kadınlar sana sevdalandı da bir ben
sevdamı saklayamadım. Neylersin aşk bu, ele de düşürür dile de. Pişman mıyım?
Aklımdan bile geçmez sana aşkımın nedamet dehlizine girmesi.
Razıyım seni
uzaktan sevmelere. Gündüzlerden vazgeçtim, düşümde biraz olsun görmelere
razıyım.
Ey
suskunluğumun efendisi!
Sustum
dünyanın bütün yaşanmışlıklarına.
Feryadım
oldu sessizliğim, sana duyuramadığım ahımın inadına.
Senin narınla yanmayan her yürek eksikti
aşkın tanımına.
Yok, artık
bi cümlem.
Hangi harf
bi araya gelir de anlatır ki gece karası gözlerimdeki tufanı?
Kaç hüzün
bir Yusuf eder?
Kaç yangın
Yusuf’un kıvılcımına değer?
Ben yandım
bu ateşte.
Ne gördün
düştüğüm cehennemi ne de duydun Yusuf bir tek sitemimi.
Sustum!
Benim bir nazarıma bin canımı verdiğim sevgili.
Sana
yitirdim bütün cümleleri.
Sana sustum
yusuf’um!
Değil mi ki
söylediklerim hicranım oldu.
Seni gel
diye çağırmam, yokluğunun sebebi oldu.
Şimdi
vuslatına susyorum Yusuf.
Duyuramadığım feryadımın inadına…
Suskunluğun
tılsımlı fısıltısına ancak bu denli bir nefes üflenirdi ki harflerden önce
sukut alevlensin. Sönmesin har-ı sevda, şiirsel cümlelerde suskunluğunun
serencamını dile getiren nameleri sana armağan ediyorum ey yârim.
Ah benim
yaralı gönlüm. Ah benim uslanmaz kadınlığım. Yalnızlıklarım. Yangınlarım. Ah
iflah olmaz sevdam, ah ki ah!
Herkesin
yarım bir sevdalığı yama giymiş umutları vardır. Ömür ya sevdayı ya yamayı tel
tel söker.
Yusuf sen
benim kalbimde değilsin. Sen benim kalbimsin.
Senin bir
adında melahim olsun ey Yusuf. Yani bir vehim, bir hayalet. Hayal ettikçe
varlığına daha çok inanamadığımsın.
Şimdi
zindanda uyuyor musun yusuf’um? Bilesin ki yâri uyuyanın yarası uyumaz. Efkar
yüklerken zaman, ben geceye eflatun ölümleri göğsüme sürüyorum. Seni bir sır
gibi saklarken içimde bilemedim kilitlerin pas tutp seni bana getiremeyeceğini.
Bilemedim. Şehir, geceyi sürme sürme çekerken gök yüzünden ben yokluğunun ölüm
pençesinde can veriyorum.
Ey
rüyaların ustası! Ey yüreğimin mahşeri! Ey gözlerime ölü toprağını sürme diye
çektiğim! Her rüyayı yorarsında sana meftun, sana mecbur şu yüreği yormak nedir
bilmezsin. Yoruldum Yusuf! Ne aklına geldim ne de aşkına. Bu nasıl bir yıkım
Yusuf? Bu nasıl bir sur? Sen üfledikçe araf bende doğuyor.
Bana bir
aşk verseydin sana üstüne şahadet edilesi bir sen verecektim. Unutma, mahşerde
yüreğin senden sorulur! Terim akar ölü tenlerin peşinden, hayallerim cennet
imzalı, hasretlerim cehennem imalı. Nerey baksam, kimden kaçırsam bakışlarımı hep gözlerim Yusuf yüzlüme düşer.
Havva’sını buldu Adem Arafat’ta, benimse her yürüyüşlerim çıkar araf’a.
EVVELİMDİN AHİRİM DE OL
Aşkını
kalbime, kalbimi adına, adını yüreğime, yüreğiğmi sana yazdığım sevgilim!
Ey! Benim
zindanım, ışığım, tek bir nazarına bin ah’ı sığdırdığım yar! Sen ki
anlatamadıklarım, korkum.
Seni
gördüğümden bu yana yeryüzü kelimeleri yetersiz aşkımı anlatmaya.
Ya
Yusufsuzluk ah! Nasıl anlatırım, yoktu
Yusuf’tan öte bir sözcük. Söyle! Hangi acı Yusufsuzluktan daha büyük olabilir
ki? Yusuf’un ateşi bedenimde hapis iken hangi kahır fırarım olur. Duy beni
Yusuf! Söylenmemiş sessiz cümlelerdeki haykırışımı, sen duy ki, dünya lal olsun
aşkın yaşanmamış her haline, aşkı anlamayan ölü kalplere. Sendin aşk, varlğınla
cümle cihanı yok saydıran, nurunla aşkı bulup kendi bedenimde yok olan. Sabrım
sen kadar benim sadrım yusuf’tan öte.
Gece ve
gökyüzü, yıldızlar, ay ve tan. Sen ve ben sevgilim, biricik sevgilim.
Hepimiz
aynı aşkı yaşıyoruz. Tutku ise… ah o tutku yok mu? Sabaha kadar o tutku bizi
besliyor.
Bize zevk diliyor. Hadi gecenin gözü önünde hayatımızı
yaşayalım. Güneşede ”gel ama bir yıl sonra gel, önce değil.” Diyelim. Bu bütün
bir ömre bedel bir aşk gecesi. Böyle bir gecesiz ömür nedir ki?
Aşk
böyledir; vuslat, naz, razı olmak ve küskünlük.
İşte biraz
neşe, biraz elem. O kalbimin aşkıdır, bana küsken bile kalbim ondadır.
Ona mahkum
olmam hoşuma gidiyor. Ne kadar şanslıdır bir kez olsun aşkın merhametini
tadanlar ve onun katılığıyla tanışanlar. Ömrü boyunca aşkın tatlılığını
tatmayan kalbin vay haline. Bazen aşkın güldüğünü görürsün ama içinde hüzün ve
haykırış vardır.
Kalp
ruhsuz yaşarken onun ilacı aşktır. Kalbimin aşkı suçlarken yine de seni
seviyordum Yusuf.
Yalnızlıkla geçen uzun bir zamandan sonra gözlerin hatırı için aşkına
vuruldum.
Gözlerimi
kamaştıran sen olmasaydın.
Hüzün
sesinde gömülmüş iniltiler şeklinde yudumluyorum. Sen ise yakalamayayım diye
bakışlarını nefesinin arasında saklıyorsun.bilmem aşkın getirdiği hüzünlerden
mi korkuyorsun yoksa suçlamaktan mı? Korkun mu yoksa seni sessizliğe gömen?
Bir çocuk
kalbi ile geldiğinde konağın ilk gününde, sabahın yanağındaki çiğ tanesindeki
ışık gibi. Aşkın yolunu mutlulukla doldurdun ve beni üzüntüde gördüğünde
korkmuş yorgun bir çocuk gibi ağladın. Hiçbir keder beni sarsmazdı. Ne de ben
aşka merhaba derdim.
Senin göz
kamaştıran sevgin olmasaydı.
Ben bende
değildim Yusuf. Genzimi hep yaktı kokun. Ne zaman akşam olsa, kalakalsam kadınlığımın
yalnızlığı ile tazelenirdi hep o bildik koku. Güzdüzleri seni uzaktan da olsa
görebilme tesellim vardı. Ya akşamları? Ya hercai geceler? İşte gecelerce
kendime sık sık tekrarlıyordum: ne yapabilirdim? Nasıl dayanırım Yusuf iki adım
ötende iken onsuz sabahlamaya? Ah gece tekinsizliğim. Gece yalnızlığım. Gece
canımı çok acıtıyor, duyuyor musun Yusuf?
Ey
gözümün vurgunu Yusuf! Seni günaha davet ettiğim gecenin öncesinde, kendi
kendime neler mırıldanmıştım neler. Söyleyen ben. Seslenen ben. İşiten ben.
İnleyen ben. İnleyişimin fısıltı nameleriyle seni beklemenin heyecanındaydım.
Sesleniyordum öylesine:
“gel ki
ömrün bütün aşkını, aşkla bitirelim bu gece.
Gel ki
ömrün bütün özlemini kalpten yaşayalım bu gece.
Sanki aşkın aşk gecesi bu gece.
Fısıltı
ile yürüyen geceyi sesimizle terletelim. Gel bekletme!
Ey
sevgilim bu senin gülümsemen, işte adımın işte gülüşün işte sen, nurunla,
gölgenle ve inceliğinle. Elini elime alacağım ve gözlerini gözlerimle
kucaklayacağım.
Bir ömür
gecesi yaşayacağız dünyanın ömrüne bedel bu gece. Gel rüyalara, aşka, ilhama
gel.
Biz
sabahlayalım başkaları uyusun.”
Belki de
bu seni son çağırışımdı. Aşkınla yanan kalbimin kalbine değmek istemesinden
daha doğal ne var ki. Bir kere olsun değseydi ellerin ellerime, bir kere olsun
sarsaydı kolların aşkınla titreyen bedenimi, en büyük günahımız bu olsaydı.
Senin için söylediğim, işittiğim inlediğim bütün cümlelerimi bir kez de sana
dillendirebilseydim.
Ey
sevgilim, ey özlemin kokusu, ey özlem gecelerinden kısmetim olan hangi şiir?
Gözlerindeki sözler, en güzel sözleri kıskandıran hangi koku? Ellerindeki güzel
kokunun olduğuğnu söylerken dudaklarındaki bahardan, gözlerindeki gecelerden,
yanaklarındaki alevden, ellerindeki merhametten bir yolculuk içinde ruhum
kayboldu ve kayboldum.
Her
kayboluşun ardından kendimi aradıkça bende seni buldum. Bana baktım seni gördüm
değmemişken ellerin ellerime, ellerim oldun. Buluşmamışken gözlerimle gözlerin
gözlerim oldun. Benden öte ben dünyadaki cennetim oldun.
AH AŞKIN ELİNDEN
Ey nur
kokulu sevgili!
Ey bana
benden değerli olan.
Ey dünün
sevgilisi ve şu anın sevgilisi.
Ey
yarınların sevgilisi.
Bir senin
için hayatımı sevdim. Yanında olayım, kalbinin kucağında bırak rüya göreyim.
Ey
sevgisi ile bütün dünyayı sarmalayan.
Sana daha
önce kimseye söylenmemiş bir kelime ile seslenmeyi umuyorum. Bütün aşkına denk bir
kelime, bütün özlemlerime denk bir kelime, senin gibi bir kelime.
Senin
özgürlüğün benim tutsaklığımdı hep. Hep senin yüzündeki o kutsal ışığı diledim.
Ben diledikçe içim daha fazla kanadı. Sen acının ve kaybın olduğu her yerdin.
Sermiştim gözlerime seni. Senden gelen ayak seslerinden aşk akıtmıştım geceye.
Şimdi ise
hayat nazire yapıyor. Bize bizle karşılık veriyor ama nafile.
Gözüm
gözüne ilk değdiğinde aramızdaki özlem yolunu bildi ve kalbime seni sorduğumda
dedi ki: “Seni sevmenin ateşi cennettir.” Kalbimin dediğine inandım. Ama aşkın
beni şaşkın bıraktı ve uzak kalışın beni uyutmuyor. Gözyaşlarım akıyor sen
hicrandayken. Beni unuttun mu yoksa hatırlıyor musun diye? Ve ömrümde seni
sevmekten şikayet etmem. Aşkım ne kadar yaksa da seni seven ve sana aşkını
benden daha çok koruyanı kıskanırım.
Ömrüm
boyunca aşktan çekindim. Aşkın hikayelerinden ve sahiplerine çektirdiklerinden
hep korktum. İçinde hep gözyaşı, feryat figanalar olan ne çok hikayeler biliyorum.
Ama bilmiyordum ki en hazin göz yaşları ile yazılan hikayenin kendi hikayem
olduğunu. Ömrüm boyunca “Ne özlemi ne de özlemin gecelerini kaldırabilirim. Ne
de kalbim buna dayanabilir.” Diyordum. Senin gözlerinse bambaşka. Kalbimi
benden alarak sana aşık olmamı emrettiler. Ve böylece kendimi aşkın içinde
erirken buldum.
Bazen
kalemde hamuş olur, lal olan kağıda dökemez kelimelerin aşka bürünmediği
hallerde. Bazen bir söz yapışır yüreğinize, üstelik her bir harfi közlere
rüzigar bir söz. O cennet saflığından süzülen bir söz gülümsetir gönlünüzü: “ne
güzeldir beklenen gelecekse, yolda gözleri, kulağı haberde beklemek.” Bir cümle
yazdığında sevdiğine, sevdiğinin ise defalarca okuyup, her okuduğunda ayrı
manalar çıkaracak kadar yoğunsa hassiyeti. Vw sözün tılsımı bir nehir gibi
akmaya devam eder: “ ne mutlu sevilene… Ey yar, özlemin bir adı da gözleri yola
düşürmekse bil ki sen gelmeden önce seni görecek gözleri adımlarına inci diye
serdim. Aşkın bir anlamı da feda değil miydi? Bir çift gözü gelişine feda
etmemi çok görme, ben seni gönül gözümden sevdimişim. Ömrüm yaşlanmış, yüreğim
yaşarmış değersin be Yusuf’um değersin. Seni anlık görenler parmaklarından
oldular, ben dünya ve ahiretlik sevdam için canımdan olmuşum çok mu!
Ah Yusuf
ah! Seni bir an gören parmağını kesti de yine de doymadı sana bakmaya. Anın
açlığı da ömrü gibi kısa olur. Ya ben ne yapayım? Anım asırdır iflah olmaz.
Yaram dermansızdır saran olmaz. Tenden de geçtim senden de ancak sevda öyle bir
dert ki hırsız misali kovsan gitmiyor, çağırsan gelmiyor. Beni intiharlardan
vazgeçiren yüzün, şimdi neden haram bana? Söyle Yusuf söyle!
Yüreğimi
tevbe ile yıkadıkça dışım kirlendi. Nil’e dokundum, masmavilik kızılcığa
büründü. Beni hangi su aklar? Hangi cüzzamlı uykularda gömülüdür düş yetimi
sevdam? Sök ey kader yazılarımı. Savrulsun çölün hiçliğine harflerim. Günahkar
bir kadının acılarını hangi bakış süzer? O halde susmalıyım. Susmak ölümü
çağırmak değil midir? Gel ölümcül sevdam, birlikte gidelim Yusuf’suzluğa.
Aşkı ten
sanıyordum, teni ise sen. İman nedir bilmezliğimle çokça günah biriktirdim.
Bıktım dünyadan, düştüm düşlere. Aşkı yaşamayan bir kadının tek tesellisi değil
midir gerçeğe masal kadar uzak düşler? Düştüm. Rüyalara düştüm. Düştüm. Yerlere
düştüm. Ne kocam tuttu ne de gözdelerim tuttu ellerimden. Elimi tutan sadece
aşktı, aşk. Görüntü değil. Ten değildi tutan, tuttuğu kadar yakan eldi. Sendin
tutan. Sen de bilimiyordun kimi neden yerden kaldırdığını. Uyandım. Düştüm
mermer zemine. Ah feryadım düştü dehlizlere. Yan odadaki hizmetçim uyandı da
yataktaki kocam uyanmadı. Düştüm aşksızlığa. Düştüm. Gözlerime kaçan kirpiğe
tutundum.
Gözlerini hep gölgeler oyalamasın. Gölge oyunu gün batımı ile sona erer,
geriye kalan acımtırak bir hüzündür. Hüznünü sev, tek içsel gerçeğin hüzündür.
Aşk hüzündür!
Aşkım
yeter, tenimin kafesiyle düştüğüm kuyudan aşkımın tüyleriyle yükseleyim.
Aşkım
yeter, tenimin beni hapsettiği zindandan aşkımın kanatlarıyla geçip gideyim.
Aşkla
var olduğum yerde yine aşkla yok olayım.
Rabbim,
acıya razıyım ama gözyaşım bende kalsın.razıyım yoklukta var olayım.
Yitirdikçe bulayım. Öldükçe doğayım.
Canım
çekildikçe aradan saf aşktan ibaret kalayım.
Kelimelerin çarmıhında döndüm birkaç kıyametlik mesafede. Kıyamet
arefesidir aşkta sürgünlük. Sürgünlüğüm apayrı bir mana kazanıyor. Konukluğumun
garip bir menzilindeyim. Garipliğin hiç bu kadar sevimli gelmemişti bana. İçimdeki
göğümden Yusufcuklar havalanıyor, ona giden yollarda. İçimdeki zindanlardan gül
yüzlü Yusuf hürriyetine kavuşuyor. Ona giden yollarda, bir lütuf olan şehrime
sultan olmaya gidiyor. Bir yusufçuk oluyorum kendi göğümde, bir Yusuf oluyorum
şehrimde. Hiçbir iz kalmıyor kuru gürültülerden, ses anlamlı bir söze dönüşüyor
hepten.
Gözyaşlarımı damla damla nil’e akıtıyorum. Titrek parmaklarımla
yırttığım gömleğe dokunuyorum. Nasıl mıyım? Sorma Yusuf sorma! Heyhat! Hayat
üzerüme kefenini örtmüş de ben buna Yusuf sevdası adını vermişim.
Ben
seni ifşa etmedim Yusuf. Gözyaşlarım dile gelir korkusuyla hep içime akıttım
seni,hep içime. Sen bir kuyuya atıldın bense doğduğum günden bu yana Yusuf
kuyusundayım.
Ben
hüznümü pazara çıkarmadım her ne kadar
saray koridorlarında adım şirrete çıksa da. Ben sevdamı içimden bile sakındım,
sakladım ismin şehir sokaklarında çirkef diye okunsa da. Ahlaksız diye anıldım
evlerde. Dedikodular benimle başladı, son noktası yine ben oldum. Acuze dediler
aldırmadım. Kıs kıs arkamdan güldüler, zoruma gitmedi. Herkesin ne dediği,
ismimin nasıl anlatıldığı umurumda değildi. Senin yüreğini makamım bildim. Kim
nasıl tanımlarsa tanımlasın. Söyle! Yusuf sen beni hangi kelimelerle tarif
ederdin?
Yusuf, züleyha’dan gelen
mektupları hiç cevaplamadı. Sadece taş duvarlara bakarak mırıldandı:
“ey
Züleyha! Ey şeb-i yelda yüzlü! Bir hıçkırık çiz gözlerine ki ağlayışlarının
nemi hiç kurumasın. Sükutun nabzından hiç el değmemiş çığlıklar kopar. Kopsun
kıyamet. Hiç kimse aşkın masalınatemize çekemez iç kırıklıklarını.”
Aşk
iffet demekti. Sonra iffetli olana sure sure, ayet ayet aşk okumaktı dilsiz
dudaksız. Ser kalbine vuslatın seccadesini. Yüreğimde okunmamış bir ayetsin,
oku beni!
Ah
Züleyha! Bütün saraylar zindandır şimdi. Biliyorum. Ve hiç kuyudan çıkıp gelmez
beklediğin ah! Bu biten günle beraber sen de gözlerini yum. Ayrı düşmek değil
midir zaten ölümün diğer bir adı?