2 Ocak 2014 Perşembe

TAKSİM-BEYOĞLU YILLAR SÜREN HİKAYESİ


Camiler ve ilkokullar meyhaneye çevrilişi

1930'lu yıllardaki Taksim gerçeği! İçki içmek 1930 ile 1950’li yıllar arasında bizzat devlet tarafından halkına özendiriliyor hatta ilkokullarda öğrencilere bira servis ediliyordu.



Bölgede yaşayan Levantenlerin “Grande Rue de Pera” dedikleri Beyoğlu’ndaki renkli ve gayri ahlaki hayatı Osmanlı, 19. yy. ortalarından sonra tanıdı ve bu caddeye “Cadde-i Kebir” büyük cadde ismini verdi. 16. yy. başından itibaren canlı bir hayata sahip olan “Pera” kendi kabuğuna sığamaz hale geldi ve tepenin sırtlarına doğru yayılmaya başladı.

Tepe olmasından dolayı Roma İmparatorluğu zamanından kalma sarnıç-barajda toplanan suyu çevre semtlere dağıtması için 1730’lu yıllarda Sultan 1. Mahmud tarafından caddenin girişine konulan ve suyu taksim etmeye yarayan “Maksem”den ötürü bölgeye “Taksim” de denmeye o günlerde başlandı.


İstiklal Caddesi’nin girişinde bulunan ve adını semte veren Su Taksim eden Maksem

Bugün Taksim Meydanı olarak isimlendirilen meydan, o günlerde Yahudi ve Hıristiyan Mezarlığı olarak kullanılan alandı ve cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında kaldırıldı, düzeltildi, mezarlardaki kemikler başka yerlere taşındı. Her milletin mezarında bulunan kemikler kendi cemaatlerinin istedikleri yere kondu. Fakat, 
Sıra Selviler Caddesi ve Gümüşsuyu yokuşunda bulunan Müslüman mezarlarından çıkan ve Müslümanlara ait olan kemiklerin akıbeti ise hala meçhuldür.
Sultan 3.Mustafa’dan itibaren Taksim bölgesi, askeri saha olarak yeni kurulan topçu birliklerine bırakıldı. İşte o günlerde, bugünlere sadece tartışması kalan ve İnönü hükümeti zamanında yıkılan
Taksim Topçu Kışlası yapılır.

İnönü tarafından yıkılıp önce içkili gazinoya sonra top sahasına çevrilen Taksim Topçu Kışlası

Osmanlının son yıllarında gayrimüslim teba ve onlara özenen yerli halk tarafından tıka basa dolan bu cadde, 1924 senesinde “İstiklal Caddesi” ismini aldı. İçkinin su gibi içildiği fuhuşun hadsiz ve hesapsız yapıldığı, her köşe başını bir kumarhanenin tuttuğu bu semt, İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan faşistlerinin ve Alman Nazilerinin reklamını yapan sloganlarını atan “Levanten” denilen yerli gayrimüslimlerin sirk alanı haline geldi. 

İçki içmek 1930 ile 1950’li yıllar arasında bizzat devlet tarafından halkına özendiriliyor ve bu konuda yapılan reklamların ana teması olarak içkinin bir gıda olduğu, insan vücudunun her vitamin ve yiyeceğe ihtiyacı olduğu gibi içkideki gıdalara da ihtiyacı olduğu temasını vurguluyordu.



O günlerde bizzat devlet tarafından yapılan ve biranın besleyici bir gıda olduğunu vurhulayan reklamlardan sadece bir kaçı.


Okullardaki öğrencilerin sabah kahvaltılarında bile bira içmesine özen gösteriliyor ve bu durum bizzat öğrenciler üzerinde deneniyordu. Öyle ki bizzat devlet tarafından üretilen ve halka devlet imkânları ile tanıtılan “Ankara Orman Çiftliği Birası” ucuz bir fiyata, devlete ait “Bira Bahçeleri’nde halka ve çocukların içmesine sunuluyordu.

 Hergün yeni kanunlar çıkartılıyor ve bu kanunlar gereği camiler ya yıkılıyor ya da başka işlerde kullanılıyordu. Bu yıllarda sadece İstanbul’ da bile yüzlerce cami yıkıldı, marangozhane oldu, nalbant dükkânı oldu, pavyon oldu, meyhaneye oldu. Bu camilerin bazıları 2013 Türkiye’sinde bile halen meyhane olarak kullanılmaya devam etmektedir.



Bunların en bariz ve en acıklı olanı ise Beyoğlu’ndaki Katip Mustafa Çelebi Camii’dir. İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde satılan 350 yıllık Katip Mustafa Çelebi Camii hala, Beyoğlu’nun arka sokaklarında dansözlü meyhane olarak kullanılmaktadır.1907 tarihli Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin plan ve proje krokilerinde Katip Mustafa Çelebi Paşa Camii olarak görülen yapı, 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin 10 liraya satılmış, ve o tarihten itibaren içkinin sebil olduğu dansöz kadınların masa gezdiği bir meyhane olmuştur.




30’ların sonlarında tüm dünyada savaş alarmları çalmaya başlamış, savaş kutupları oluşmuş, Türkiye ise tarafsızlığını ilan etmiştir ama bu tarafsızlık sadece görüntüden ibarettir. Zira, Türkiye bütün dünyaya tarafsızım demiştir ama Alman ve İtalyan faşizmi ile flört halinde olduğunu da gizleme ihtiyacı duymamaktadır. Bu durum saklanmadan bir devlet politikası haline getirildiği en yetkili ağızlardan tüm dünyaya duyuruluyordu.



22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesi faşizm taraftarı politikayı tüm dünyaya açık açık bildirmekten de çekinmez.. Her gece içilen içkinin tesiri ile olsa gerek Nazizm ve faşizm lehine yürüyüşler yapılır ve nasyonel marşları okunurdu. Gündüz yürüyüş eylemleri, gece içkinin dibi bulunan ve kusma ile sonuçlanan partilerle, gün Taksim’de gün ediliyordu. 


Eylül 1933’de Beyoğlu işte böyle açıktan içki satan büfelerle ve içki içen insanlarla doluydu.
 
 Zaman hızla ilerler Beyoğlu ve Taksim üzerinde. Ama değişen hiçbir şey olmaz. İçki sudan fazla tüketilir, fuhuş tüm renkleriyle özendirilir, kumarın alası bu semtte her mekanda oynanır fakat yetkili ağızlardan bu durumun aleyhinde tek bir söz duyulmaz. Ekmeğin, yağın, tüpün, şekerin kuyrukla ve sayılı bir biçimde verildiği 1970’ler Türkiye’sinde Taksim’de de kuyruklara şahit olunur. Ama bu kuyruklar temel gıda maddelerinin kuyruğu değil bizzat rakı kuyruğudur.


Hatta, bu alkol tüketimi o denli çılgın boyutlara ulaştı ve çığırından çıktı ki, her ay Taksim bölgesinde genç kızlarımızı, çocuklarımızı iç çamaşırlarına kadar soyup yabancı erkeklere sunan ya bir güzellik yarışması, ya da kusana kadar mide spazmı geçirene kadar içki içme yarışması yapılmaya başlanmıştı. İşin ilginç olan tarafı ise, bu şuursuz ve insanlık dışı yarışmalara, devletten maaş alan ve bizzat “Devlet Sanatçısı” unvanına sahip olan halkın içinde yer etmiş güya güzide sanatçılar, jüri üyesi olarak bu rezilliklere şahit oluyor ve yapılan kepazeliklere puan vererek yangının körüğü vazifesini üstleniyordu.



Bozulan sadece Taksim ve civarı mıdır o yıllarda? Hayır. Ülke olarak topyekün bozuluyor, bizi biz yapan, bizi Avrupa’nın rezil dünyasından ayıran özelliklerimiz tek tek avucumuzun içinden kayıp gitmektedir. Artık, çırılçıplak denilecek kadar açık olan şarkıcılar ellerinde rakı bardakları ile şarkı söyledikleri podyuma besmele çekerek çıkıyor, okudukları gazelin en uzun yerinde sonuna kadar içindeki rakıyı içtikleri kadehi yere vururken ya “Allah” ya da “Allahım sana geliyorum” diyorlardı. 70’li yıllarda iş çığırından çıktıBesmele ile içilen içkiler, Allah nidaları ile dolu sarhoş naraları, sarhoş ayyaşların beğenisine sunulan çırıl çıplak kadın vücutları yetmezmiş gibi, Gaziantep’te tekbirler, ilahiler, okunan dualar ve kesilen kurbanlar eşliğinde “GENELEVLER” açılıyordu. Evet, yanlış okumadınız. Bu ülkede tekbir ve dualar eşliğinde kesilen kurbanlarla genelevler açıldı.


Ülkemizin bugün yaşadığı Taksim bunalımın altında esasında bu rezilliklere devam etmek isteyen güruhun böylesine bir hayata devam etmek için yaptığı direniş yatmaktadır. Ve bu haliyle böylesi ayaklanmalar tarihimizde ilk değildir son da olmayacaktır. Geçmişte en nadide ve en hassas dinî duygularımızı ayaklar altına alarak içki, fuhuş, kumar, rezillik dolu hayatı yaşayan nesillerin bugünkü uzantıları da İslamî hassaiyetlere el ve dil uzatma cüretinde bulunmaya devam etmekte ve hakaretlerini sürdürmektedir.

En halis niyetlerle Müslümanların peygamberlerinden yardım istemek ve onun şemsiyesi altında yer almak için dillendirdikleri “Şefaat ya resulallah” kavramı bu köksüzlerin elinde bir oyuncak olmuş ve “İnşaat ya resullah” halini alıvermiştir. Üstelik “YA” kelimesindeki “Y” harfi bir şarap kadehi olarak.


Ama bu köksüz, şuursuz ve cahilane hareketin altı biraz kurcalanırsa işin içinden Siyonist parmağı ve onun işbirlikçi yerli uşakları çıkacaktır. Nihayet kendilerini ele vermişler, İsrail bayrağı ve İsrail sloganı ile eylemde görünmekten çekinmemişlerdir.

Soldaki ikinci sıradanın başındaki adamın elinde bulunan katlı İsrail Bayrağına dikkat


İşin nihayetinde söylenilmesi gereken her şeyi esasında bu alttaki fotoğraf ziyadesiyle söylemektedir. 

Yüzyıllarla ifade edilen Taksim-Beyoğlu Rezaletini sadece Şahadet parmağımızla gösteriyoruz.